10 Haziran 2012 Pazar

TASMALI GAZETECİLİK


BAŞBAKAN 'AKBABA', 'TASMALI' DEDİ; PEKİ KİMLERİ KASTETTİ?

Kral çıplak diyebilen çocuğa madalya takmak lazım. İşte o özgürlüğün simgesidir. Gazeteciler eskiden liberal, muhafazakâr, sosyalist, sosyal demokrat, sağ eğilimli gibi nitelemelere tabî tutulurdu. Hükümet yanlısı nitelemesi zamanımızda yandaşa dönüştü. Zirveden gelen son icraat ise tasmalı gazetecilik.  Kumanda aletidir tasma. Ama bir ülkenin başbakanı Uludere konusunu gündemden düşürmeyen gazeteciler için tasmalarınızı çıkardık, uluslar arası tasma taktınız demiştir. (bizim ülke demeye dilim varmıyor)

 

Tasmalı gazetecilik..

 
Başbakan Erdoğan'ın "tasmalarından biz kurtardık" sözüne Can Dündar'dan çok sert tepki geldi...

Başbakan Erdoğan'ın AK Parti İstanbul İl Kongresi'nde yaptığı konuşmada medya mensupları için söylediği "tasma" sözcüğü tepki çekmeye devam ediyor.

Milliyet yazarı Can Dündar, köşesinde "tasma" sözcüğünü eleştirirken, rehinenin rehin alana, kurbanın avcıya, mahkûmun cellâdına âşık olma hali olarak tanımlanacak "Stockholm Sendromu" kavramından yararlandı.

AK TASMALI GAZETECİLER

"Dün bir kısım muhabir ve köşe yazarının, Ak Parti İstanbul Kongresi'nde konuşan Başbakan'la ilgili yazdıklarını okuyunca Stockholm Sendromu'na yakalandıklarını düşündüm.
Tek sesli-tek şefli gösteride Erdoğan her zamanki saldırgan üslubuyla köşe yazarlarını fırçalarken dedi ki:

"Daha düne kadar üniformalılar sizi arayıp yazdıklarınızdan dolayı azarlıyordu. Karşılarında hazırola geçip aldığınız emir doğrultusunda yazı yazıyordunuz. Sizi tasmalarınızdan biz kurtardık."

Bu ağır itham karşısında ne beklersiniz?

"Köpek" iması ile işaret edilenlerin, meslek onuru bir kenara, hiç değilse kişisel itibar uğruna Başbakan'ı dava etmesini, en azından iki satır yazıyla itiraz etmesini değil mi?

Ne gezer!

Belki muhtemel bir adli soruşturmadan kurtulmaya hayrı olacağını umarak, belki de "Madem kaçış yok" diye zevk almaya çalışarak, yeni model tasmalar için Başbakan'a doğru boyun uzattıklarını gördük.

Utandık.

DÜN TASMALANMADIK BUGÜN DE TASMALANMAYACAĞIZ 

Biz, dün askerce tasmalananlardan değildik; bugün de Başbakan'ın tasmaladıklarından olmayacağız.
"Ak tasmalı gazeteciler" kadar, dışarıdan yularlı politikacılara, hocalara, paşalara da karşı duracağız.

Başbakan'ın, sadakat ayinlerinde alkışlandıkça coşan egosuna alkış tutmayacağız.

Uludere'yi unutturmak, "cambaza bak"tırmak için ortaya attığı kürtaj tartışmasına dalmayacağız.

AK Partili kadınlar, Başbakan'ın tarihin yayılmacı despotlarından kopya çektiği "Bolca doğurun" emrini ve "Bedeninize ne yapacağınıza ben karar veririm" tavrını yine Stockholm Sendromu gereği destekleyebilir.

Biz, hükümeti yatak odalarımıza sokmayacağız.

Fikrini beğenmediği genç kızı, "Çok mu kürtaj yaptırdın" diye sorgulayan Ankara Belediye Başkanı'nı sevenler olabilir. Biz bu çirkin maçoluğa karşı duracağız.

(...) Medyaya haki tasmalar yerine ak tasmalar dağıtmaz, tasmasız bir ülke dilerdiniz.
Tarihte pohpohlarla vicdanı köreltilmiş liderlerin sonunu bilir, alkışlar yerine vicdanınıza kulak verir, insaf ederdiniz.



 
Hürriyet yazarı Sedat Ergin son zamanlarda medyanın gündemindeki “köpek” ve “tasma” konularını bugün köşesine taşıdı. Cumhuriyet yazarı Bekir Coşkun’un köpek ile kurdun hikâyesini anlattığı Paşa başlıklı yazısına Genelkurmay ve Başbakan’ın sert tepki göstermesine dikkat çeken Ergin, Başbakan’ın 27 Mayıs tarihinde partisinin İstanbul İl Kongresi’nde medya için söylediği “tasma”lı sözlerini hatırlatarak şunları yazdı: ‘Sorun, Erdoğan’ın medyayı eleştirmesi değil, bunu yaparken kullandığı dil, başvurduğu üslupla ilgilidir.’

Sedat Ergin’in yazısı

Başbakan’dan esinlenerek yazdığım bir yazı

CUMHURİYET yazarı Bekir Coşkun’un geçen ay bir yazısında tasması da olan “Paşa” isimli bir köpek ile kurdun hikâyesini anlatmasına Genelkurmay Başkanlığı çok kızdı, 3 Mayıs’ta yaptığı bir açıklama ile bu askeri unvanın “alay konusu” yapılmasını “seviyesiz” bulduğunu duyurdu.
Bu yazıya kızan yalnızca Genelkurmay değildi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da fena halde içerlemişti Coşkun’a.

KÖPEK İLE BENZETME HAKARETTİR TALİHSİZDİR

Başbakan, İtalya gezisinden dönüşünde 8 Mayıs’ta yaptığı açıklamada Coşkun için çok ağır sözler etti, bu arada Genelkurmay’ın açıklamasını ise “gayet kibar” bulduğunu söyledi.
Erdoğan, “Orada yapılan benzetme çok talihsiz bir benzetmedir. Ama bu zat, ne yazık ki bütün kaleminden hep pislik akan bir zat olduğu için bu şeyleri yapıyor” dedi.
Yazıda “köpek ile bir benzetmenin yapıldığını” belirten Erdoğan şöyle devam etti: “Bu tür bir hakarete o makamın ve o makamda bulunanların eyvallah etmemeleri gerekir. Bu tür şeyler cevapsız kalmamalı diyorum. Hakaret ve eleştiri aynı değil. Bunu daha iyi öğrenmeleri lazım.”
Başbakan, açıklamasında “Bence paşaların bu işin hukuki yönünde de haklarını aramaları lazım” diyerek Genelkurmay’a Coşkun’u mahkemeye vermeleri yönünde kuvvetli bir mesaj gönderdi. Genelkurmay’ın Coşkun hakkında suç duyurusunda bulunması üzerine Ankara Cumhuriyet Savcılığı soruşturma açtı. Coşkun, geçen hafta Adliye’ye giderek savunmasını yaptı, generalleri kastetmediğini, yazıyı özgürlüğün önemini vurgulamak için kaleme aldığını belirtti.

BAŞBAKAN ÇELİŞKİYE DÜŞÜYOR

Başbakan’ın 8 Mayıs tarihli açıklamasını analiz ettiğimizde, bir şahsa ya da kuruma “köpek benzetmesi” yapılmasını (Coşkun reddediyor) mahkemeye verilip cezalandırılması gereken bir “hakaret” ve “talihsizlik” olarak gördüğü sonucuna varabiliriz.
Şimdi bu sözlerini bir kenara yazıp Başbakan’ın bundan tam 19 gün sonra 27 Mayıs tarihinde partisinin Türk Telekom stadyumunda düzenlenen İstanbul İl Kongresi’nde medya için söylediği sözlere bakalım. Başbakan, sözü Uludere konusundaki eleştirilere getirerek şöyle konuşuyor:
“On yıllardır, demokrasiye müdahale edenlere, kendi alanı dışına çıkanlara çanak tutanlar, bugün kalkmış, bu ülkenin şerefli askerlerine dil uzatıyorlar. Ya siz kimsiniz? Siz, daha düne kadar, birileri karşısında hazır ola geçip, selam çakıp, aldığınız emir doğrultusunda köşe yazısı yazıyordunuz. Daha düne kadar, üniformalılar sizi arayıp, yazdıklarınızdan, söylediklerinizden dolayı sizi azarlıyordu. Bunları bu tasmalarından kurtaran biz olduk. Ama bunların boynundaki tasma dün ulusaldı, bugün terfi ettiler, uluslararası tasmaları boyunlarına taktılar.”
Başbakan’ın bu sözleri hiçbir şekilde kabul edilemez. Kendisi bu sözleri sarf ederken aklında Bekir Coşkun’un tasmalı köpekten söz ettiği yazısı var mıydı yok muydu, bilemeyiz. Ama gördüğümüz, Coşkun yazısında köpek benzetmesi yapınca bunu “talihsiz” bir “hakaret” olarak karşılayan Erdoğan’ın, konu medya olunca kendisinin aynı benzetmeye başvurmakta hiçbir beis görmediğidir.
Eğer Erdoğan’ın 8 Mayıs tarihli ilk açıklamasına itibar etmek durumundaysak, 27 Mayıs tarihli ikincisini “talihsiz” bulmamız gerekiyor. İkinci açıklamadaki çizgiyi benimsersek, bu durumda mantıken ilk açıklamasını geçersiz saymalıyız.

FATİH SULTAN MEHMET’İN HOŞGÖRÜSÜ VE ERDOĞAN

Ayrıca, Başbakan ikinci açıklamasında kendi içinde de çelişkiye düşüyor. Geçmişte asker kadroların gazetecileri azarlamasını olmaması gereken bir durum olarak değerlendiriyor. Ama bunu belirtirken, kendisi de medyaya karşı açıkça azarlayıcı bir üslup içinde konuşuyor.
Bir başbakan, medyayı, gazetecileri sevmek zorunda değildir. Ayrıca medya eleştirilmez de değildir. Bir başbakanın katılmadığı noktalarda medyayı eleştirmesi de doğaldır. Başbakan ile medya arasındaki ilişkinin gerilimli bir ilişki olması zaten demokraside işin doğasının gereğidir.
Sorun, Erdoğan’ın medyayı eleştirmesi değil, bunu yaparken kullandığı dil, başvurduğu üslupla ilgilidir. Başbakan hakaretamiz bir dille, azarlayıcı bir üslupla konuşuyor. Oysa ileri demokrasilerin yazılı olmayan temel kurallarından biri seçilmişlerin kendilerini nezaket ölçüleri ile bağlı saymalarıdır.
İleri demokrasi kültüründe hoşgörü gibi hasletler de çok önemli bir yer tutar. Hoşgörü, ayrıca tarihi mirasımızın da bir parçasıdır. Nitekim basına “tasma” benzetmesini yaptığı konuşmasında Başbakan, Fatih Sultan Mehmet’in bu yönünü övmüş, “Bu sultan hoşgörünün sultanıdır” demiş.
Başbakan’ın bizlere hoşgörü alanında rol modeli olarak gösterdiği Fatih Sultan Mehmet’in bu alanda kendisine de ilham vermesini temenni ediyoruz.
Sedat Ergin – Milliyet




 

Özkök: Evet ben bir köpeğim

Başbakan Erdoğan'ın 'tasmalı yazarlar' benzetmesinin üzerinden 3 gün geçti... Medyanın ilginç benzetmeye ne tepki geleceği beklenirken, 3 gün içinde konuya değinen yazarlar da oldu.
Hürriyet Gazetesi yazarı Ertuğrul Özkök bugünkü yazısında "Evet ben bir tarassut köpeğiyim" dedi. Cumhuriyet yazarı Bekir Coşkun meslektaşlarına veryansın ettiği yazısında "Kıyamam köpeğe, asil hayvandır o" dedi. Can Dündar, "Yatak odalarımıza hükümeti sokmayız", Umur Talu ise "Ayıp değil felakettir" yorumunu yaptı. İşte o yazılar!!!

ERTUĞRUL ÖZKÖK: EVET BEN BİR KÖPEĞİM
Özkök'ün "Köpek olduğumu ispatlayabilirim" başlıklı o yazısından bir bölüm:
"Dün bir arkadaşım aradı.
Direkt söze girdi: "Başbakan gazetecilere resmen köpek dedi. Maşallah hiçbiriniz üzerinize alınmadınız. Hepiniz havalara bakıyorsunuz."
Bir süre sustu ve ısrar etti:
"Yahu hiç mi alınmadınız?"
Bu defa gerçekten havalara bakarak, "Yooo... Alınmadım" dedim.
Hayret ifadesiyle baktı:
"Size inanamıyorum. Nasıl olur; deriniz bu kadar mı kalın? Veya bu kadar mı korkaksınız" diye devam etti.
Baktım ki ille de kendine uygun bir cevap bekliyor...
Verdim:
"Alınmadım. Çünkü gazeteciler köpektir" dedim.
Yüzündeki hayret ifadesi kızgınlığa dönüştü:
"İnanamıyorum, böyle bir şeyi nasıl söyleyebilirsin" deyince, şu cevabı verdim:
"Söyleyen sadece ben değilim ki..."
Sonra masamdaki kitabı aldım, birinci sayfasını açtım ve önüne koydum:
"Allah Allah... Allah Allah" diye hayretle okumaya daldı.

Gelişmiş demokrasilerde gazetecilik mesleği ve bazı sivil toplum örgütleri için "watchdog" yani tehlikeyi haber veren "bekçi köpeği" ifadesi kullanılır.
Evet, gazeteciler, gelecek tehlikeyi haber verme duyusuna ve görevine sahiptir. Tehlikeyi görünce de bağırmaya başlarlar.
Boyunlarında tasma olması da fark etmez. Tasma bir zincirle bağlıysa, ileri atılıp onu koparmaya çalışırlar.
Koparamazlarsa bile en azından bağırmaya devam ederler.
* * *
Bana gelince: Evet ben bir tarassut köpeğiyim.
Gelen ağır tehlikeyi de görüyorum.
"Öyleyse niye bağırıp haber vermiyorsun kardeşim" diyeceksiniz.
Allah kahretsin... Farenjit... Farenjit... Bağırıyorum ama bir türlü sesim çıkmıyor..."

(Tarassut: Dikkatle bakma, gözetleme, gözleme)


 BEKİR COŞKUN: KIYAMAM KÖPEĞE MERT HAYVANDIR
Bekir Coşkun ise, Başbakan’ın o konuşmasını manşetlerine “Arena konuşması büyüledi” şeklinde taşıyan gazetecilere veryansın etti.
Tasma...
Gazetecilere “tasmalı” dedi...
Onlar da içinde “tasma” olan Arena konuşmasının “çok güzel ve muhteşem”olduğunu tepe manşetten duyurdular...
Hav hav hav...
*
Kıyamam köpeğe...
Asil hayvandır...
Merttir köpek; kuyruk salladığında samimidir, ısırmaz... İçinden ısırmak geldiğinde asla kuyruk sallamaz...
İkiyüzlü değildir...
Ama medyadaki “tasmalı” ile konuşuyorum, çevrede kimse duymuyorsa, iktidara demediğini bırakmıyor...
“Tehlike büyüdü” diyor...
“Türkiye gitti” diyor...
“Faşizm bu” diyor...
Manşetine bakıyorum:
“Arena büyüledi...”
“Yüreklerdeki gizli sevgi coştu...”
“Demokrasi çiçekleri açtı...”
*
İkiyüzlüsün birader...
*
Stadyumu Galatasaray da doldurdu...
250 otobüsle ilçelerden insan taşıyan koca iktidar partisi AKP’nin doldurması niye “Böyle kalabalık görülmedi” oluyor?..
Yani Arena Stadı’nı genişlettiler mi?..
Pekiii...
Aynı konuşmada sana ya da meslektaşlarına “Bunların tasması vardı, biz tasmalarından kurtardık” dedi...
Arena’da “yüreklerdeki gizli sevgiyi” gördün de... 600 hoparlörden bağırılan“tasma”yı niye duymadın gazeteci?..
*
Bizim tasma hikâyesine kızan, dava açılmasını isteyen... Yetmedi“Kaleminden pislik damlayan yazar” diyen Başbakan’ın, bu kez gazetecilere“tasma” takması onun ne halde olduğunu gösteriyor...
O ayrı...
Ama “yüksek tirajlı” gazetelerden, televizyonlardan hiç mi ses çıkmaz?..
Yazıyı iki gün beklettim ki, belki ses çıkar hani...
“Tıs” yok...
Tam tersine “Muhteşem gün” diye, içinde “tasmaları” olan konuşmayı sayfa sayfa yayımladılar sıkılmadan...
*
Hadi Başbakan; kürtajı, Uludere’yi, tasmayı, sezaryeni karıştırıp aklını kaybetti... Kinle, nefretle, intikam duygusuyla vicdanını yitirdi...
Sen “tasmalı” medya?..
Hiç mi utanma duygun kalmadı?..
Biraz olsun yani...





UMUR TALU: AYIP DEĞİL FELAKETTİR
Gazetecilik “hakiki”; gazeteciler “sahici”; istisnalar bir yana, gelenek, töre, ahlak, edep, özgürlük, tutku, şahsiyet, haysiyet harbi olsaydı…
Tasmaya karşı…
Adam tasmacaya karşı…
Topluca bir cevap çıkardı!
Her köşede bir tepki patlardı.
***
Böyle bir söz çünkü ayıptır…
Ama bunu, il kongresini sonsuz coşku, sorgusuz sadakat, tek adama hayranlıkla ifade eden on binler önünde, adeta birilerini Arena’ya yem gibi atarcasına…
Devleti, hükümeti elinde tutan…
Yüzde 50 destekle yüzde 100 güç kazanan bir başbakan dediğinde…
Ayıp değildir…
Felakettir!
***
Lakin olmuyor; çünkü böyle bir laf olacak şey değil ama gölgesindekileri hiç anmasa da, bir açıdan haklı:
Tasma, kütür kütür bir medya kültürü de oldu!
Sefil bir bayrak olarak, elden ele, karşıttan karşıta devrediliyor.
Kiminin dünkü sureti bugün, dünün (sözde) muhaliflerinin yüzüne yapışmış ki; ötekiler de bugün sözde muhalif nöbeti tutsun diye!
Daha iğrençleri var:
Dünkü efendilerinin, paşalarının taktığı tasmaları sıyırıp sıyırıp…
Zaten boyunlarında hazır iz var ya…
28 Şubat gibi günahların korkusuyla…
Yeni ağaların, sivil paşaların maşası olmak için zıp zıp zıplıyorlar!
Şimdi tasmalarını biz çıkarttık diyenle, seçimi kazandıktan sonra, kibirli olmayacağız diye seslenen de, bu iki yüzle bir yüzleşmeli!
 

BAŞBAKAN 'AKBABA', 'TASMALI' DEDİ; PEKİ KİMLERİ KASTETTİ

KESKİN KALEM
http://www.medyaradar.com/haber/medyagunlugu-81094/basbakan-akbaba--tasmali-dedi-peki-kimleri-kastetti.html



Başbakan Erdoğan'ın gazetecileri hem akbabaya hem de köpeğe benzettiği konuşmasını KESKİN KALEM yorumladı...
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, AKP iktidarını eleştiren bazı gazetecileri hem akbabaya hem de köpeğe benzetti!
Partisinin dün Türk Telekom Arena’da yapılan il kongresinde konuşan Başbakan Erdoğan, medyayı sert bir dille eleştirdi.
52 bin kişinin önünde konuşan Başbakan, isim vermeden bazı köşe yazarlarını hedefine oturtarak, “Medyada da akbabalar var. Daha düne kadar üniformalılar yazdıklarınızdan dolayı azarlıyorlardı. Onların karşısında selam durup ‘şak’ yapıyordunuz…  Sizi o tasmalarınızdan kurtardık. Şimdi ise boyunlarında uluslararası tasmaları taktılar” dedi.
Bu cümlenin Türkçe kurallarına aykırılığına, öznesinin karışık olduğuna bakmayın… Başbakan birilerine açıkça hem “akbaba” hem de “köpek” diyor!
Peki, kimi kastediyor?
Bu sorunun yanıtını bulmak için, yukarıdaki bozuk cümle, üç önemli ipucu veriyor:
Birincisi; “medyadaki tasmalı akbabalar” dediği kesim; kesinlikle iktidarla zaman zaman da olsa ters düşen…
İkincisi; zamanında askerlerle iyi ilişkiler kuran…
Ve üçüncüsü; bugün yurtdışındaki bazı lobilerden ya da devletlerden destek alan kesimden oluşuyor.
Doğal olarak kimse üzerine alınmayacak ama bu tanıma uyan kaç gazeteci olduğunu, aşağı yukarı hepiniz biliyorsunuz.
Tüm muhalif gazetecileri bu kalıplara oturtmak mümkün değil… Çünkü bugün iktidarı eleştiren birçok kalem, geçmişte askere de sert yanıt vermesini bildi. Ayrıca bugünkü muhalif kesimden birçoğunun yurtdışındaki vakıflarla ya da Avrupa Birliği’yle, ABD’yle, Rusya’yla herhangi bir ilişkisi bulunmuyor.
Türk basınında bu tanıma uyan; yani yabancı vakıflar adına araştırma yazıp, raporlar hazırlayan, büyük devletlerle iyi ilişkiler içinde olan yazar sayısı oldukça fazla…
Ama onların çoğu, bugün “muhalif” değil…
Yani geriye kala kala bir elin beş parmağını geçmeyecek kadar bir “yazar” kalıyor.
***
Sonuçta kastettiği kesim kimlerden oluşursa olsun; bir Başbakan’ın, kendini eleştiren gazetecilere “akbaba” ve “köpek” demesi, dünyanın bütün gelişmiş ülkelerinde “basın özgürlüğüne ağır müdahale” sayılır ve büyük tepki toplar.
Bakıyoruz; bu sözlerin bizde yarattığı tepki, neredeyse “sıfır…”
Hadi gazeteciler, bu ağır sözleri üzerlerine alınmış durumuna düşmemek için tepki göstermekten çekiniyor. Peki; başta Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Basın Konseyi gibi meslek kuruluşları neden “dut yemiş bülbül”ü oynuyor?
Neden kendi tabanlarını harekete geçirip, bu son derece çirkin sözlere ve basın özgürlüğüne müdahaleye sert bir tepki vermiyor?
Bu soruların yanıtını ben vereyim:
Yıllardır öylesine yoğun bir baskı döneminden geçiyoruz ki; onlar da tepki vermekten yoruldu.
Ve hatta yazması bile üzücü ama her türlü hakarete, baskıya, kötü söze alıştılar.
 ***
“Akbaba”yı bir tek bizim Başbakan kullanıyor ama “tasma”, “köpek” gibi benzetmeler bütün dünya basınında iktidarlara boyun eğen, onların güdümlerinde sözüm ona gazetecilik yapanlar için kullanılır.
Yani eğer bir “tasma” söz konusuysa; bunun bir ucunda tasmayı tutan Başbakan, diğer ucunda ise ona yakın meslek mensupları olur.
Ama hiçbir Başbakan, kendi tasmalılarının yüzüne bunu vurmaz… Bu konuyu “yok” sayar.
Bizimki ise tasmayı; öyle ya da böyle kendisine boyun eğmeyen gazetecilere yakıştırıyor.
***
Kısacası… Bu sözler o denli ağır ki; bugün baskıdan ya da alışkanlıktan hak ettiği tepkiyi görmese bile… Eminim Türk Basın Tarihi’nin utanç sayfalarındaki yerini bulacaktır!






9 Haziran 2012 Cumartesi

EMRE KONGAR

Nefret Söylemi Etiketlemeyle Başlar

 

Popüler kültürün büyük kötülüklerinden biri insanları araştırmaktan ve düşünmekten alıkoymasıdır…
Popüler kültürün pençesine düşmüş tüketiciler, özellikle de gençler, hiçbir araştırma hatta düşünme ve karar verme zahmetine girmeden, ortalıkta dolaşan moda kalıplar ve sloganlar aracılığıyla tutum ve davranış geliştiriyorlar:
Tekrarlanan pazarlama sloganlarını, egemenlerin değer yargılarını benimsiyor, onlara göre düşünüyor, onlara göre konuşuyor, onlara göre tüketiyorlar.
Hem kolay hem tehlikesiz hem de prim yapan bir davranıştır bu “sürüye katılmak”…
Böylece insanlar kabul görür, zaten oluşmamış kişiliklerini sürü psikolojisi içinde eriterek rahata ererler!
Andy Warhol’un “Bir gün herkes on beş dakikalığına meşhur olacak” sözüyle vurguladığı ve çok iyi yakalayarak, ünlü olduğu popüler kültür süreci budur:
Birbirini tekrarlayan imgeler, birörneklik ve bu sürüleşmenin “estetiği!”.
***
Bu düşünce, konuşma, iletişim ve alışveriş kalıpları, sloganları kimler tarafından nasıl üretilir, nasıl yayılır?
Siyaset ve pazar, popüler kültürü üreten iki önemli kaynaktır:
Siyasal liderler, politikacılar, siyasal düşünce kalıplarını, sloganlarını üretir…
Takipçileri onları kopyalar ve geniş kitlelere mal eder.
Üreticiler, reklamcılar, pazarlamacılar, tüketim kalıplarını, alışveriş davranışlarını belirleyen düşünce ve sloganları üretir…
Mankenler, sanatçılar, sporcular ve onları sevenler bunları kopyalar ve geniş kitlelere mal eder.
***
Elbette bu süreç içinde medyanın rolü yaşamsaldır:
Siyasetteki ve pazardaki moda eğilimleri, kalıpları, sloganları sadece haberleştirmekle kalmaz...
Bunları yaldızlar, allar pullar…
Kimi zaman “bilimsel!” analizler yapar…
Sevilen sanatçılarla, sporcularla özdeşleştirir…
Geniş kitlelere yayar.
***
Bu yapı, genel olarak siyaset, bilim, kültür, sanat ürünlerinin nicelik olarak daha fazla tüketilmesine yardımcı olur…
Ama artık nitelik, yani kalite ve seviye, nesnel değerlere göre pek ölçülmez…
Genellikle arkasındaki siyasal veya parasal gücün büyüklüğü ile topluma yansır:
İnsanlar bu konularda önlerine konulan kalıplara ve sloganlara göre düşünmeye, konuşmaya, davranmaya başlar.
Çok satılan kitapların arka kapakları, çok dinlenen müziklerin tanıtım sözleri, kitap okumanın, konser dinlemenin yerini alır…
İki satırlık kulaktan dolma bir sloganla, saatlerce ahkâm kesilir!
Aynı davranış biçimi siyasette de görülür:
Ciddi sorgulama, araştırma, çözümleme yapılmaz…
Liderlerin söylemleri, kullandıkları sloganlar, takipçileri ve taraftarları tarafından benimsenir…
Sürekli tekrarlanır ve dogmalar haline getirilir.
***
Şimdi işin en tehlikeli tarafına geliyoruz:
Böyle bir yapı içinde, demokratik siyaset, vatandaşların kökenleri ve kimlikleri ne olursa olsun, devlet karşısındaki eşit olduğu ilkesine dayalı değil de…
Kimlik aidiyetleri üzerinden yapılıyorsa…
Bir inanç, bir etnik grup ötekileri eziyorsa…
O toplumda, din, mezhep, ırk, milliyet kimlikleri üzerinden ayrışmalar başlar…
Bu ayrışmalar, zamanla düşmanlığa dönüşür…
Ve demokrasi ile temel insan hak ve özgürlükleri ancak lafta kalır!
Bu yozlaşma sürecini yaratan, hızlandıran ve sonunda demokrasiyi tahrip eden süreçteki eylem ve söylemler, kimlik bazındaki yabancılaştırıcı, dışlayıcı, ötekileştirirci, düşmanlaştırıcı nefret söylemleridir.
Herhangi bir gruba, özellikle de azınlıkta olan gruplara yönelik söylemler, hele bir de yasal yaptırımlarla, hapis ve sürgün cezalarıyla destekleniyorsa, artık o ülkede demokrasi ve insan hakları değil, nefret söylemlerine dayalı kin ve intikam egemen olur.
Bunun ilk adımı da, insanların, hiç de hakları olmadığı halde, üstelik kimi zaman temelsiz iftiralar olarak, başkalarını yaftalaması, etiketlemesi ile atılır.
Muhalifler önce farklı kimlik aidiyetleri ile damgalanır, etiketlenir…
Daha sonra o kimlikler üzerinden, ayrımcı, dışlayıcı, suçlayıcı saldırılar, nefret söylemleri başlar…
***
Demokrasimizi yaşatmak istiyorsak, kimlik siyasetinden, insanları etiketlemekten ve bunların sonucu olan nefret söylemlerinden, her yerde, ama özellikle de siyasette ve medyada kaçınmak gerekir!

7 Haziran 2012 - Cumhuriyet

ARİF KIZILYALIN

İlhan Selçuk Ne Derdi?

Büyük usta İlhan Selçuk’un ‘Domates Salçası’ başlıklı yazısı aklıma geldi, Türk futbolunun bugünkü durumunu düşünürken...
Yanılmıyorsam, rahatsızlığının ilk günleriydi. Yine hiciv yüklü bir yazı kaleme almış, ‘ülkenin kötü gidişine’ vurgu yapmıştı.
Ne diyordu İlhan Selçuk?
“Kaç zamandır domatesle başım belada...
Ne kokusu var..
Ne doğru dürüst çekirdeği..
Kesiyorsun, göbeğinde taş gibi bir beyaz doku..
Yapay mı yapay..
Tadı?..
Evlere şenlik...
Sabah Mustafa Balbay telefon etti...
Dünya ve Türkiye olaylarını mı konuşacağız, yeni sene üzerine ahkâm mı keseceğiz?..
Domatesten söz açtım...
- Abi, dedi, bu işi bilenler, çekirdeksiz domatese domates demiyorlar...
Balbay’la domates ve cümle sebzeler üzerine ahkâm kestik...
Arkadan Genel Yayın Müdürümüz İbrahim Yıldız telefon etti...
- Domates, dedim...
- Biliyorum abi, diye yanıtladı, Balbay’la biraz önce konuştuk...
Lafı ağzından aldım:
- Eskiden evde domates salçası yaparlardı, mis gibi kokardı...
Genel Yayın Müdürümüz çok genç sayılır, ama, ne dese beğenirsiniz:
- Nerde o eski domatesler...”
Evet, rahmetli bugünleri görseydi, futbol dünyasındaki kirlenmeyi anlatmak için, ‘Hormonlu futbol’ diye bir yazı kaleme alır ve derdi ki:
“Kaç zamandır futbolla başım belada..
Ne seyir zevki var, ne heyecanı...
Yapay mı, yapay...”
Gerçekten Türk futbolu hormonlu domates gibi. Mevsiminden önce büyütüldü, renklendirildi ve kesince elimizde kaldı, suyu çıktı! Öncelikle şunu iddia edebilirim ki Türkiye’de futbol diye sergilenen oyunun parasal karşılığı bugünkü yayın ücreti değil. Birileri alladı, pulladı sattı yayıncı kuruluş Digitürk’e 2. sınıf futbolumuzu! Ve Karamehmet grubundan gerçekten ‘istihab haddinin’ dışında bir kaynak aktarıldı futbol dünyasına. Sonra har vuruldu, harman savruldu. İngiliz’in, Alman’ın İspanyol’un vergisi dahil 2 milyon Avro verdiği oyuncuya 5, kimi zaman 6 milyon Avro ödedi kulüpler, gönderilen futbolcu ve hocalara verilen tazminatlar çizmeyi aştı. Menajer komisyonları tavan yaptı. Holiganizm hortladı, millet elinde pala, birbirini kovalamaya başladı. Bu ortamda ‘temiz’ kalabilir miydi yeşil sahalar? Asla. Tıpkı İlhan Selçuk ustanın yazdığı gibi ‘evlere şenlik bir durum.’ Baksanıza, ödenmeyen paralar yüzünden kulüplerimiz Avrupa’dan men ediliyor. 18 Süper lig takımının eski ve yeni başkanlarının yarısından fazlası ya tutuklu, ya mahkemeye çıkmış, ya yargılanıyor. Şike-teşvik belası, ulusal takımımız dahil tüm kulüplerimizi tir tir titretiyor; “Ya FIFA ile UEFA ipimizi çekerse” diyoruz kafamızı yastığa koyarken...
Sahi, nasıl geldik bugünlere?
Hormonu bastık durup dururken futbola; başka açıklaması yok!
Yani hak etmediği halde futbolun marka değerini ‘büyük’ gösterme tutkusu hazırladı sonumuzu...
7 Haziran 2012 - Cumhuriyet

4 Haziran 2012 Pazartesi

MUSTAFA BALBAY


Fili Yenen Karınca...
Fil, kendisini ormanın en güçlü hayvanı ilan etmiş. Bütün düzeni değiştirmiş, yeniden kurmuş.
Aslan, kaplan, ayı, manda...
File karşı çıkan olmamış ormanda.
Fil, önce kendi yerini sağlamlaştırmış, “Herkes kendi arasında nasıl yaşarsa yaşasın, beni ilgilendirmez. Ama herkes benimle ilişkilerine dikkat etsin. Bütün kuralları ben koyacağım. Ormandakiler de ona uyma özgürlüğünü kullanacak” demiş.
Etkisini genişletmiş zamanla fil.
En güçlü o, tek yetkili o, gerisi sefil.
Artık sadece fille ilişkiler değil, bütün hayvanların kendi aralarındaki ilişkiler de filden ve çevresinden sorulur olmuş.
Öyle ki, ormandaki nüfus artışı bile filin işi olmuş. Tek, tek doğum yapan hayvanlara kızmış, “Bakın bir seferde 4-5 yavru doğuranlar var. Ne bu tembelliğiniz. Benimle oyun oynamayı bırakın, gidin genlerinizle oynayın, daha çok yavru doğurun” diye çıkışmış.
Her şeyi sineye çekmiş ormandakiler.
“Yeter ki” demişler, “boşalmasın kiler”.
***
Filin “değişiyoruz, değişiyoruz” naralarıyla girmiş orman şekilden şekle.
İş o noktaya gelmiş ki, eşit sayılmış maymun eşekle. Zira fil, kimi kime uygun görürse ona göre şekillenirmiş ormanda yaşam.
Bir tek, “Ne güzel buyurdunuz”, “Biz de tam böyle yapacaktık”, “Bundan daha mükemmel olamazdı”, “Bu hızla bütün ormanları geçeriz” sözlerine izin veriliyormuş. Öteki bütün sözler “istikrar bozucu” bulunuyormuş.
Arada hakkını aramaya kalkan olursa hemen müdahale ediliyormuş. Üzerine, “geber gazı” sıkılıyormuş. Filin bir özelliği de kindar olmasıymış. Kendisine yapılan hiçbir şeyi unutmuyormuş. Aradan ne kadar zaman geçerse geçsin, intikamını alıyormuş.
Hortumuna geleni vuruyor, ayağına geleni eziyormuş. Hiç kimseyi dinlemiyormuş. Bir gün söylediği ertesi güne uymuyor, doğru budur diyeni duymuyormuş. Bundan karıncalar da payını almış, yuvaları filin ayaklarının altında kalmış. Tam o sırada bir karınca, fil hortumunu topraktan çıkarınca, girmiş hortumun içine.
Karınca az gitmiş uz gitmiş, kendisine hortumun içinde iyi bir yer etmiş.
Fil başlamış kaşınmaya. Hortumunun içi karıncalanıyor, nedenini anlayamayınca beyni de karıncalanıyormuş.
Kalınca bir ağacın yanında durmuş, hortumu gövdesine vurdukça vurmuş. Bir türlü karıncalanmayı gideremiyormuş.
Üstelik hortumu da fena halde acımaya başlamış.
Bir hamle daha ağacın gövdesine vurunca, ağaç devrilip üzerine düşmüş. Fil ilk kez bu kadar âciz duruma düşmüş.
Bereket demiş kimse yok etrafta, arada bir yanından geçtiği koca kayanın nerede olduğunu düşünmüş, hah şu tarafta.
Bu kez kayalara vurmuş hortumunu, arada geçen olursa duruyormuş, anlatamıyormuş durumunu.
Hortumu kayaya vurdukça kaşıntıları artmış, kaşıntıları arttıkça daha çok vurmak istemiş.
Derken iflas etmiş bedeni, anlayamadan nedeni, uzanıp kalmış fil...
***
İşte böyle efendim...
Fili yenmiş bir karınca.
Ateş bacayı sarınca, fil güya ulaşılmaz bir noktaya varınca, etrafındaki herkesi kırınca, kendisinden güçlü hiçbir hayvan olmadığını sanınca...
Sonunda olan olmuş, küçük bir karınca koca bir filden daha güçlü olmuş.
Böyledir hayat...
En güçlü olduğumuz an, aynı zamanda en zayıf olduğumuz andır.
Hiçbir güç mutlak değildir doğada.
Herkesi dize getirdiğini sanan.
Çöker bir gün diz üstü.
Koca bir fili durduran da.
Bir karıncadır altı üstü.
28 Mayıs 2012 - Cumhuriyet