26 Ağustos 2012 Pazar

ZEYNEP ORAL

Marşınız da… Tekbiriniz de…

Memleketim kan gölüne dönmüş. “Birkaç Mehmet öldü diye” toplanma gereği duymayan bir Meclis… Ölen Mehmetçiklerin sayısı hızla yükselmekte… Mehmetçik olmaya gerek yok, bebek olmak, kadın olmak, erkek olmak, yaşlı ya da genç olmak yetiyor bombayla parçalanmaya… Bombayla mayınla değilse, virajı alamayan minibüs içinde ölüyor Mehmetçik ya da bebecik… Ve kimse kızmasın ama, AKP milletvekilinin önerdiği gibi “geberdi” diyemeyeceğim, onlarca yüzlerce çocuk ve genç ölüyor benim memleketlim, benim ülkemin vatandaşı… Ağlarsa analar ağlıyor, gerisi on yıllardır tekrarladıkları sözleri tekrarlıyor. Washington’da kurgulanan oyunlar ayyuka çıkıyor ama yine de ülkemde şiddet ve nefret söylemi tırmandırılıyor…
Memleketimin bu durumu, farkındaysanız artık olağan karşılanır oldu. Sıradan bir durummuş gibi… Ve bu sıradan, bu olağan durumda her aklı başında insanın daha birleştirici, daha bütünleyici bir söylem benimsemesi gerekirken… Aklı başında her insanın söylemiyle ve eylemiyle ayrımcılığa karşı çıkması gerekirken…
Ertuğrul Günay kendinizi seyreder misiniz?
Televizyonda o sahneyi birkaç kez izledim ve inanamadım.
Ertuğrul Günay, “Halk tekbir getirecek, kesin” diye sağa sola emirler veriyor. Uludere’de devrilen minibüste hayatını kaybeden jandarma çavuşun cenaze töreninde, her şehit cenazesinde olduğu gibi, askeri bando Chopin’in cenaze marşını çalıyor. Bakan sinirli, çevresindekilere bir hışım, bir azar! “Durdurun şunu!” diyor, “Kesin!” diyor… Karşısında el pençe komutan şaşkın, polis şaşkın, etrafını saran şakşakçılar şaşkın! Bakan Bey’in emri anında hedefe ulaşamıyor. Bandoyu anında, emir ağızdan çıktığı anda susturmak zor! O kükrüyor: “Halk tekbir getirecek, kesin!” Bakanın hali, tavrı inanılacak gibi değil!
Söylenecek çok şey var: O sahneleri izlediğimden beri yutkunuyorum. Nereden nereye demeyeceğim… Ben sadece şunu söylemekle yetineceğim:
Ertuğrul Günay, siz bu ülkenin Kültür ve Turizm Bakanı’sınız. Öyle değil mi? Bizim gördüğümüz o sahneleri bir de siz izler misiniz lütfen? Kendinizi seyreder misiniz? (Tiyatro sanatında kötü oyunculara önerilen bir yöntemdir bu!) Gördüğünüzü beğenecek misiniz bakalım? Kendinize ve Türkiye Cumhuriyeti’ne yakışıyor mu?
Özrünüz, kabahatinizden büyük
Tepkiler yağmaya başlayınca açıklama yaptı bakan. Kentlerde cenaze marşı olabilirmiş ama köyde ters olurmuş… Daha doğrusu halk tekbir getirmek istemiş de…
Bence, özrünüz kabahatinizden daha büyük… Orda olur, burada olmaz sözü ayırımcılıktır. (Bana hep Madımak katliamını çağrıştırır.)
Bugüne dek ülkenin neresinde olursa olsun köy ya da kentlerdeki cenazelerde marş da tekbir de bir arada süregelmiştir, süregelmektedir. Şimdi ikisi bir arada olmaz demek, inanın, birçoğumuzun aklına, sizin kraldan çok kralcı geçinmenizi, birilerine mesaj vermek, alkış tutmak isteğinizi getirdi… Nitekim ne çok övgü, ne çok alkış aldınız sanal âlemde marşı susturup tekbire yol açtınız diye! Gerçekten dehşet yorumlar okuyoruz! Bravo size!
“Halk tekbir getirmek istiyor.” Çok tehlikeli sözcükler bunlar… Orada bulunan gazeteciler halkın değil sizin tekbir getirmek istediğinizi söylese de ben kulak asmıyorum… Ama şunu da soruyorum:
Tekbir getirerek, insan ve hayvan katledilen, tekbir getirerek kadın dövülen, sakat bırakılan bir ülkede, halk, tüm çocukların, sadece imam hatibe gidenlerin değil, tümünün tekbirle okula başlamasını da isteyebilir… Ne dersiniz?
Bugün bandoyu, marşı susturan “Kültür” Bakanı acaba yarın neleri susturur?
Ve memleketim kan çanağına dönmüşken, bana bu yazıyı yazdıranlara, marşınıza da, tekbirinize de dememek için kendimi zor tutuyorum…
26 Ağustos 2012 - Cumhuriyet

ALİ SİRMEN

Günah Keçisi

Sevgili,
Enver Aysever’in “Yazgıcılar”ını elime geçtiği şubat başında, tıpkı ona uygun bir lezzet ile bütünleştirip, ağız tadıyla içmek için saklanan iyi cins şarap gibi bir köşeye koydum.
Tatilde aldım elime, evire çevire, tadına vara vara okudum.
Şimdi benim için Tahsin Yücel’in “Gökdelen”i gibi, bu dönemi fevkalade iyi anlatan yapıtlardan biri haline geldi.
Yazın gariptir; bazen gerçeğin fantezilerle bezenerek anlatılması, onu gerçekten daha gerçek kılar.

“Yazgıcılar”da Tevfik Fikret’in bin kocadan arta kalmış fahişesi kentinin 21. yüzyılında geçen olaylar, yine ondan kalma bir “dudu muannit”in (inatçı sis) yoğunluğunu tedricen arttırmasıyla gelişir.
Kimsenin kimseye güvenmediği, herkesin herkesi gözetlediği, gizlice dinlediği, ispiyonladığı, “hoşgörü sahibi!”, “yumuşak huylu”, “imanı kavi” yazgıcıların egemen olduğu ülkenin, sisi gittikçe artan metropolünde, “Gibi Sitesi”nin ortak paydası herkese güvensizlik olan sakinleri arasına gelen, romanın en aykırı kişisi, tek özgür ve umursamaz bireyi EA’nın çevresindeki çember daralırken, (Enver o sözcüğü yapıtında bir kez bile kullanmamış dahi olsa) “günah keçisi” olayının en tipik örneğini görüyoruz.
Gibi Sitesi’nin tüm yalakaları, noksanları, üçkâğıtçıları, namussuzları, pislikleri, aykırı EA’yı Yazgıcılar’a ispiyonlayarak, günah keçisi yaparak çemberi daraltırlar.
***
Kitabı keyifle okurken düşündüm. Totaliter dönemlerin onsuz olmazıdır günah keçisi.
Yahudileri günah keçisi haline getirmeden, Hitler olabilecek bir Adolf düşünebiliyor musun?
Kendisine “düşman kansızlar” yaratmamış, bir “Diktatör Kenan” kişiliğinin ne kadar eksik, ne kadar yetersiz, ne kadar tatminsiz kalacağını göremiyor musun?

Kitleleri güdebilmenin en iyi yolu, onları bütün kötülüklerin anası, bir kin hedefi karşısında birleştirmektir.
Bu davranış, hem birlik duygusunu pekiştirir, hem bütün kötülükleri tek hedefte toplayarak arınmayı sağlar.
Bütün varlığı ile ait olduğu, eridiği bütün içinde, kendini pirüpak hissetmesi için totaliter toplumun aynı zamanda hem kurbanı, hem celladı olan, ama hiçbir zaman bireyi olamayan nesnesinin varlığı için şarttır “günah keçisi”.
Günah keçisi, totaliter toplumlarda, yeri olmayan, çok tehlikeli “neden” sorusunu engeller. Çünkü bizatihi neden sorusunun cevabı odur. Günah keçisi var olduğu için vardır kötülükler.
Totaliter toplumlar, büyüklü küçüklü günah keçilerinin sürü kitle karşısında sıra sıra dizildikleri düzenlerdir.
Günah keçileri, sürüleri karşılarında amaç birliğine iten yapıştırıcılık işlevini yaparlar, totaliter toplumlarda.
***
Bir sürü toplumu maazallah günah keçisiz kalmayagörsün! Artık o her türlü iç çekişmeye açık hale gelmiş demektir.
Onun için, totaliter toplumların eli mahkûmdur seri halde günah keçileri üretmeye.

12 Eylül döneminde bir ara Cumhuriyet’te yazmış olan Samim Lütfü de bundan 27 yıl önce, aynı konuya değinmiş ve bak nasıl bitiriyor 17 Mart 1985 günkü yazısını:

“Günah keçisi politikasının uygulayıcıları açısından en büyük sakıncası ise amaca ulaşıyor göründüğü ölçüde tehlikeli olmasıdır. Öyle ya, bir ülkede hedef olarak gösterilmiş tüm günah keçileri ortadan kaldırılmış, sindirilmiş ya da uzun süre için etkisizleştirilmiş olduğu zaman bile sorun çözülmüyorsa, o zaman topluluklar şu soruyu sormaz mı:- Yoksa biz yanlış günah keçilerine mi saldırdık? Asıl günah keçisi olması gerekenler, bize hedef gösterenler olmasın?”
Şimdi, Samim Lütfü’nün bu tanısının da gerçekçi olmadığını görmüş bulunuyorum Enver Aysever’in “Yazgıcılar”ını okuyunca, böylesi toplumlarda bu tür soruların sorulmasının imkânsızlığı daha iyi anlaşılıyor çünkü.
Muhteşem olağan finaline kahkahayı bastığım “Yazgıcılar”ı hararetle tavsiye ederim.

26 Ağustos 2012 - Cumhuriyet

Oktay Akbal

Eylül Kapıda!

İlkyaz geldi geçti. Güz geldi kapıya dayandı. Kış ufukta bekliyor!..
Mevsimler geçiyor!
İnsanlar da gelip gidiyor...
Ne demek istiyorum?
Ben de bilmiyorum ne diyeceğimi?
Bizler hep mi seyirci kalacağız, diye arada düşünsek diyorum. Kendi kendime!.. Kimi zaman da eski daktilomu açıp içimdeki birikimi boşaltıyorum. Yazı oluyor onlar da!.. Sizin için mi, kendime mi?
Bir okurum yazmış mıydı, söylemiş miydi? Epey zaman önceydi. Siz kendi kendinize mi konuşuyorsunuzdiye. Ben de sormamışım o gün, şimdi sormalı mı?

Efendi, kendi kendine konuşabiliyor musun sen?
Konuşamıyorsan boşa yaşıyorsun demektir. Önce sen varsın, kendin varsın, sonra ötekiler berikiler...
Sabah uyan, kalk git bir işe, bir işsizliğe, çalış ya da avare avare dolaş, sonra eve dön... Günler böyle geçip gitsin. Bir de bakmışsın sakalın aklaşmış, saçların dökülmüş. Monoton bir yaşam bir türlü bitmemiş. Ya da sen bitirememişsin...
Ben zaman zaman kendimi karşıma alıp konuşmaya kalkışırım. Sen on beş yaşında yazılar yazdın, dergilere gönderdin, sonra gazetelere, kendini yazar saydın. Gazetelere gidip para pul istemedin. Bol bol çıktı öykülerin Yeni Sabahta, İkdamda.. Ama bir gün ağabey Ecvet Güresin Oğlum hikâye yazmakla iş bitmez, gel bir gazetede muhabir oldedi. Kendi işini de bana devretti. Ama bende iş yok, polis muhabirliğim iki gün sürdü. Sonra yine geç daktilo başına öykü yaz, öykü gibi duyarlıklar yaz bir ömür boyu...
İnsanın kendisiyle hesaplaşması!..

Bir kâr zarar hesabı değil! Kâr diye bir şey yok, varsa yoksa zarar!.. Bir ömür gitti gider işte böyle! Kendini, kimi zaman da çevreni aldatmakla! Göz açıp kapayana dek romanının son sayfası da kopar... Sen kendinle hesaplaşmaya kalkarken...
Ağustosun sonuna geldik. Eylül kapıda!.. Hem severim, hem ürkerim eylülden. Gözyaşı getirir, içten içe. Bir sevinç belki ama, hüzün dolu. Okullar açılacak, sınıflar dolacak, sabah erken kalkıp koşacaksın, öğretmen kızacak, karnende notlar azalacak, baban anan öfkelenecek!.. Hep yaşamadık mı bunları? Bizden sonrakiler de yaşamayacak mı? Bir iki sınavla iş bitmez, yaşam binbir sınavla doludur. Kaçını kazanırsın, kaçını... Bir bakarsın ki kazandığın sınavlar da bir işe yaramamış!..
Eylül geldi geliyor. Ben yine de kucaklamak istiyorum gelmiş gelecek eylül akşamlarını...

26 Ağustos 2012 - Cumhuriyet

13 Ağustos 2012 Pazartesi


İzmir baharı

Türkiye’den sıkıldığım zaman... İzmir’e giderim ben.
Simide gevrek deriz biz.
Çekirdeğe çiğdem.
Kordon elektrik aleti değildir.
Kumru da kuş değildir.
Yengen’i yeriz.
Sen sigorta dersin...
Biz asfalya deriz.
Uzatmayız...
Gidiyom geliyom deriz.
Domates dediğin...
Domat işte.

Evimiz isterse 800 metrekare olsun, balkonda otururuz. Kordon’suz evde oturabiliriz, konforsuz balkonda oturamayız; rahmetli babam klima taktırmaya kalkmıştı. Hıdrellez filan, mazeretler uydurur, sabaha kadar sokaklarda içeriz. Bi oturuşta 80’er midye yeriz, istifno severiz, cibez’e bayılırız, gece 3-4 gibi boyoz’a dalmazsak, kan şekerimiz düşer! Boş lafa karnımız toktur, tırışkadan teyyare gibi atasözlerimiz vardır. Kıdemli bilader’e cankuş deriz.

Denizi kız, kızı deniz, sokakları hem kız, hem deniz kokar. Paraşüt kulesinden atlamayana kız vermezler; kızlarımızı da tavlayamazsın ha... Canı çekerse, o seni tavlar! Liseye giden kızının erkek arkadaşının olması kasmaz babaları; kendilerinin de kız arkadaşı vardı lisede... Bak iddia ediyorum, okey şampiyonası düzenlense, kupayı İzmirli kadınlar alır. Erkekleriyle kahveye giderler çünkü, kızlar kahvesi vardır. Şaşırdın di mi? Al buna da şaşır, nargile içerler. Asidirler. Askılı giyerler, şortla gezerler, öküz gibi bakarsan, bi çakar, bi de duvardan yersin... Gönül Yazar’dır, bir gül takıp da saçlarına, çıktı mı deprem sanırdın kantosuna, Karantinalı Despina’dır onlar... Özgürdürler. Aşklarını yaşarlar, varoşta bile el ele gezerler.

Erkeklerimiz de fena değildir. Detaya girmeyeyim, sırf Ayhan Işık bi fikir verir. E ayıptır söylemesi, sembolümüz de kuştur... Adı, Yalıçapkını!

Enginarın başkentidir. İzmirlidir incir. Kazandibi hemşeri. 78 çeşit köftemiz olduğu için, McDonald’s’ın bunalıma girdiği dünyadaki tek şehirdir. Zeytinyağı severiz, en boktan duruma düşsek bile, zeytinyağı gibi üste çıkmayı daha çok severiz. Hayata gülümseriz.

Sana ne birader! Keyfimizin kâhyasıyız, yazlıklara gitmek için 8 şeritli otoyol yaptık; Güzelbahçe, Seferihisar, Urla, Karaburun, Çeşme, öbür tarafta Dikili, Aliağa, Foça, çipurayız. Pak Bahadur’u özleriz. Durup dururken faytona bineriz, bi yere gitmeyiz aslında, öööle turlarız. Hava güzel, daralırız, okulu ekeriz. Öğretmenlerimizle kadeh tokuştururuz.

Saat kaç diye Saat Kulesi’ne bakanı bulamazsın. Altında buluşanlar bile zahmet edip kafasını kaldırmaz, birbirine sorar saati... Rahatızdır. Çocukları Kemeraltı’da kaybederiz, alışverişe devam ederiz, esnaftan biri bulur getirir, çıkışta Kemeraltı Karakolu’ndan alırız. Ağlayıp zırlamak bi yana, çoğu dondurmayı bitiremediği için ayrılmak istemez karakoldan iyi mi.

Aceleye gelemeyiz. Bir sene önceden duyur, de ki, saat 20’de tiyatro başlıyor. 20.30’da geliriz. Sanatçılar da İzmirliyse, 21’de anca başlar. Uçak 6 saat rötar yapsın, istifimizi bozmayız, ekstra bira içme vesilesidir bu...
Hiç kuyruk olmaz. Kuyruk varsa, İzmirli sıkılır, gider. Pratiktir. 201 sokağı bulduysan, yanındaki 202’dir. Tek tek isim vermeye üşeniriz.

35’imiz var.
35 buçuğumuz var.
34 plaka gördük mü, kapışırız... Arkadan sirenleriyle, eskortlarıyla isterse Cumhurbaşkanı gelsin, bana mı sordu, tarladan gitsin, makam arabasına yol vermeyiz. Arızayız!
Erkek çocuklarına en çok “Efe” adı konulan yerdir orası... Zeybek duyduğumuzda, içimiz cızzz eder, kalkar oynarız.
Hasan Tahsin, Kubilay... Mustafa Kemal de, ağlar kadınlarımız.

Alsancak, Lozan, Montrö, Hatay, Kıbrıs Şehitleri... Sokak sokak, bulvar bulvar, adres adres, Milli Mücadele Müzesi’dir. Birinci Ahmet Çeşmesi falan yoktur. Cinnah Caddesi, Arjantin Caddesi de bulamazsın pek... Recep Tayyip Erdoğan Kavşağı’nı teklif etmez hiç kimse
.
Bak ne dedi, 300 senedir sülalece İzmir’de yaşayan Lucien Arkas, Expo’nun dünya tanıtımında, kulak ver dinle... “İzmir, bu kadar uygarlığa ev sahipliği yapmışsa, tesadüf değil. İzmirliler mutlu. İnsan başka ne ister ki hayattan? Ege mutfağında, Osmanlı mutfağı var, Yunan mutfağı var, Levanten, Yahudi mutfağı var. 300 sene önce İzmir’e geldik. Anadilim Fransızcayı muhafaza ettim. Hâlâ Katolik’im. Evleniyoruz, ölüyoruz, mezarlıklar yan yana. Cami, kilise, sinagog, yan yana. Hoşgörü ender bulunan bir şey. İzmir, gerçekten hoşgörü şehridir. Gelecek nesillerin İzmirliler gibi, sağlıklı, mutlu olabilmesi için, bize destek olun.”
“Irkçı, faşist” dedikleri
İzmir, budur.
İşgal edildiği gün, bir ulusun kurtuluş savaşını başlatan, işgali sona erdiği gün, o ulusun kurtuluş savaşını sonlandıran, dünyadaki tek şehir... Mustafa Kemal’in, ilk ikametgâh adresidir. Eşini oradan almış sarışın kurt... Anacığını oraya emanet etmiş.

Ve, Meryemana...
Allah günah yazmasın ama, Allah’ın oğlu bile İzmir’e emanet etmiş anasını, düşün gari!
“Gâvur” dediler bize... Baktılar, iltifat olarak algılıyoruz, “ilkel” dediler, “sümüklü” dediler, “lağım” diyen bile oldu. Halbuki “prenses” demiş Victor Hugo... Kendi memleketine bakmış “sefiller”i yazmış, İzmir’e bakmış “prenses” demiş... Ki, hakikaten prenses’tir Smryna... Hitit Prensesi’dir. Dangalaklar Yunanca zanneder ama, özbeöz Anadolu’dur. Zahmet edip incelersen, Kültepe Höyüğü’ndeki çivi yazılı tabletlerde görürsün adını... Veya, şöyle bi derin nefes al istersen, imbat’ımızda vardır o güzel tenin kokusu.
Özgür irademizle seçtiğimiz milletvekilimize “terörist”, belediye başkanımıza “çetebaşı” denmesi, gayet normal... 
Çünkü, gıda kolisine değil, oy sandığına atarız oyumuzu!
81 vilayetin 81’inden de yurttaş yaşar İzmir’de... Kim olursa olsun gel’sin diye diktiğimiz, dünyanın en büyük Mevlânâ heykelimizle gurur duyarız. İzmir’de doğmayı, İzmir’de yaşamayı değil, hayata İzmirli gibi bakmayı, “zihniyet hemşeriliği”ni önemseriz.
Gerekirse, şahdamarımızı keser... Kan veririz.
Urfalı Ahmet’in Antepli Mehmet’in Trabzonlu Hüseyin’in Antalyalı İbrahim’in, Edirne’den Ardahan’a, bu memleketteki tüm yurtseverlerin “kan kardeşi”yiz.
Dedim ya...
Simide gevrek deriz biz.
Çekirdeğe çiğdem.
Domatese domat.
Ama, hıyar’a hıyar deriz!
Ve, üşeniriz, her “hıyarım” diyene, tuz yetiştiremeyiz.
Dolayısıyla, genel istek üzerine yinelediğim İzmir yazımı, “gâvur, ırkçı, darbeci, sümüklü, ilkel” diyenler için, Ayla Dikmen’in Kordon’da üstü açık otomobille gezerken söylediği şarkısıyla sonlandırıyorum: “Ben söylerken gülmedin mi? Anlamazdın, anlamazdın...”

11 Ağustos 2012
Yılmaz ÖZDİL
yozdil@hurriyet.com.tr