10 Eylül 2012 Pazartesi

EROL MANİSALI


Rusya, İran ve Türkiye’nin Önemi

- Rusya, İran ve Türkiye, “Batı’nın Asya ile küresel güç paylaşımında ya da kavgasında çok kritik bir öneme sahiptirler.”
- Batı bu üç ülkeyi Asya’ya kaptırırsa “tarihi küresel egemenliğini kaybeder”.
- BOP bir anlamda, Türkiye ve İran’ın denetim altına alınmasını ve Rusya’nın nötralize edilmesini sağlamaya yöneliktir.
- Kürdistan ve Suriye meseleleri Batı için bu bakımdan yaşamsal bir önem taşıyor.
- Suriye düşerse hem Rusya hem de İran Ortadoğu’da etkili olamazlar.
- ABD ve AB Türkiye ile işlerini halletmişlerdir; ABD stratejik ortaklık adı altında Türkiye’yi Ortadoğu politikasının baş yardımcısı konumuna sokmuştur.
AB ise Ankara ile imzaladığı tek yanlı anlaşmalarla bir anlamda onu himayesi (güdümü) altına almıştır.
Daha önce Bıçak Sırtı’nda birkaç defa yazdığım gibi “Türkiye ABD’nin, S. Arabistan ve Katar’dan sonra en başarılı olduğu bir ülke konumuna gelmiştir”.
- Türkiye’nin iç dinamiklerindeki faktörler bu nedenle çatışma halindedir.“Yeniden yapılanma” en sancılı yıllarını yaşamaktadır.
- Dış politikadaki zikzaklar, devlet kurumları arasındaki çelişki ve çekişmeler Türkiye’nin ve bölgenin yeniden yapılandırılmak istenmesinin sonuçlarıdır. Aynen yıllar önce C. Rice’in belirttiği gibi.
Değişimin çelişkileri
- Ankara, ABD, İsrail ve AB ile birlikte hareket etmekte ve onların bölge politikalarına her türlü desteği vermektedir.
- Aynı zamanda Türkiye’nin Rusya ve İran ile “stratejik ortak çıkarları söz konusudur”. Asya’da Çin ile de ticari olarak “derin bağlar” kurmaya başlamıştır.
Küresel güçlerin Ortadoğu’daki paylaşım kavgasında Türkiye’nin bu görüntüsü “ülke içinde, terörden mezhep kavgalarına kadar büyük sorunlar yaratmakta ve küresel güçlerin Kürdistan politikalarına yardım etmektedir”.
Nitelik farkı var
Türkiye’nin Rusya, İran ve Çin gibi Asya büyükleriyle bugüne kadar gelişmekte olan ilişkileri şu özelliklere sahiptir:
- Aşağıdan yukarı, doğal ve bölgesel gelişim sonucu ortaya çıkan gelişmelerdir.
- Buna karşılık Ankara’nın Batı merkezleriyle ilişkileri, “yukarıdan aşağıya gelişen, politik tercihlere dayanan gelişmeler olmuştur”.
Biri doğal entegrasyon diğeri yönetimsel entegrasyon özelliği gösteriyor.
Ancak Tanzimat’tan beri oluşan Batı’ya yakınlaşma ve “Batılılaşma”çabalarının Türkiye’de iktisadi, kültürel ve günlük yaşama ilişkin pratik sonuçlarını da unutmamak gerekir.
Daha da ötesinde Atatürk devrimlerinin ve yeni Cumhuriyette oluşturulmak istenen değerler sisteminin Avrupa (ve Batı) odaklı olduğunu görüyoruz.
- Bir yanda Batı demokrasisine ve değerler sistemine ulaşma çabaları vardır.
- Öte yanda Avrupalı işgalcilere karşı kurtuluş savaşı vererek ortaya çıkan Cumhuriyetin varlığı (ve devamı) söz konusudur.
19. yüzyılın başından beri yaşanan bu toplumsal çelişkiler 2000’li yıllarda ilginç bir biçimde örtüştürülmeye başlandı; “İslamcılık ve Batıcılık ilginç bir ortak zemin oluşturmuşlardır”.
Ancak bu örtüşme ve ortak zemin Türkiye’nin siyasi, sosyal ve kültürel yapısının tamamen değiştirilmesini öngörmektedir.
Yaşanan çelişkiler ve terör bu sürtüşmenin sonuçlarıdır.
10 Eylül 2012 - Cumhuriyet

ORHAN ERİNÇ


İzmir’in Coşkusu...

1922 yılı ağustos ve eylül aylarının tarihimizde, Kurtuluş Savaşımızın sonlandırıldığı ve vatan toprağının düşmandan arındırıldığı günleri kapsaması nedeniyle çok önemli yerleri var. 26 Ağustos’ta başlayan, başkomutanAtatürk’ün komuta ettiği büyük taarruzda ordularımız 9 Eylül’de, geçtiği yerleri de kurtararak büyük zaferi İzmir’in kurtarılması ile perçinlemişti.
Arkadaşımız Oktay Ekinci cumartesi günkü köşesinde ağustos ve eylül aylarında kurtarılan yurt köşeleri ile ilgili takvimi yansıttığı için yinelemiyorum.
***
Dün İzmir’in kurtuluş günüydü. Ama unutulan bir günü de eski bir süvari olarak ben anımsatayım.
Dün aynı zamanda Süvari Onur Günü’ydü.
Büyük Taarruz sonrasında düşmanın hareket alanlarını sınırlayan, bozulan birliklerinin bir araya gelmelerini engelleyen, onları kıskaç içine alan ve İzmir’e doğru kovalayan Süvari Kolordusu’nun da özel başarısını taçlandıran bir gün olarak belirlenmişti.
Çok eskiden Kalender Orduevi’nde yapılan anma günlerini muhabir olarak izlemişliğim vardı.
Bir keresinde Süvari Kolordusu’nun ünlü komutanı Fahrettin Altay ile de karşılaşmış, alçakgönüllülükle anlattığı anıları dinlemiştim.
“Cumhuriyet Gazetesi’nin genç yazarı Orhan Erinç’e” yazarak imzaladığı“Milli Mücadelede Süvari Kolordusu” kitabı da bu sayede kütüphanemdeki saygın yerini almıştı.
***
Günümüz Türkiyesi’nde en geçerli yaklaşım asker karşıtlığı olarak sürdürülüyor.
Komutanların siyasete doğrudan müdahale etmelerine karşı çıkmanın eleştirilecek bir yanı yok. Ama buradan yola çıkıp laikliğin savunulmasına kızarak, Ulusal Kurtuluş Savaşımızdaki başarıları yok sayan düzenlemeler yapmak anlaşılır gibi değil. Hazırlanan yönetmeliklerle, ulus olma aşamamızdaki kazanımlarımızı görmezden gelmek, yeniden ümmet olmaya yönelik beklentilerin uygulamaya konulduğu duygusunu güçlendirmekten başka bir işe yaramıyor.
***
İzmir’in kurtuluşunun 90’ıncı yıldönümünün kutlanması da andığım yönetmelik nedeniyle tehlikeye girmişti.
İzmir’e ilk giren süvari birliği adına Hükümet Konağı’ndaki Yunanistan bayrağını indirip Türk bayrağını çeken Yüzbaşı Şerafettin Bey’in yaptıklarını simgesel olarak yineleyen uygulama da kaldırılmıştı.
Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu’nun önderliğindeki İzmirlilerin geçmişe, cumhuriyete, Atatürk’e duydukları saygı, sevgi ve sorumluluk sayesinde amaçlananlar gerçekleşmedi.
9 Eylül coşkusu yine yaşandı.
Tıpkı 30 Ağustos Zafer Bayramı’nı halka çok gören, anıtlara çelenk koyup saygı duruşunda bulunmayı yasaklamaya karşı halkımızın yürüyüşler, fener alayları düzenlemelerinin örneği İzmir’in kurtuluş gününde de yaşama geçirildi.
İzmir’deki coşku hepimizin coşkusuydu. Yapanlar, uygulanamayan yönetmeliklerini, yanlışlarını düzeltmeyi düşünseler iyi olur.
10 Eylül 2012 - Cumhuriyet

DENİZ KAVUKÇUOĞLU


9 Eylül 1922 İzmir

Eylül ayı eski İzmirliler için farklı bir anlam taşırdı. “Eski” derken, doğup büyüdükleri kentlerinin işgalini de, yakılışını da, kurtuluşunu da görmüş olan İzmirlileri söylemek istiyorum. Ailemin büyükleri o eski İzmirlilerdendi. Babamın hem anne, hem baba tarafı Karşıyaka-Soğukkuyu’dan, anne tarafı yine aynı semtten olan annemin babası ise Namazgâh’dandı. Soğukkuyu da, Namazgâh da o yıllarda büyük Hıristiyan ve Musevi nüfuslara sahip olan kentin az sayıdaki Müslüman-Türk semtlerindendi.
Bunları niçin anlatıyorum? Kentlerinin işgalini görmüş, işgalci güçler tarafından tutsaklaştırılmış insanların çektikleri o büyük acıları kendilerinden dinlemiştim.
***
Babam, 11 yaşındaymış İzmir’in yakılışını da, kurtuluşunu da gördüğünde. Anlatırdı; Karşıyaka sahilinde annesiyle birlikte karşıdan yükselen kara dumanları izlerken sahile yığılmış büyük kalabalıkla birlikte birbirlerine sarılıp ağlamışlar. Feryatlara, hıçkırıklara dua sesleri karışıyormuş.
Bu acılar 9 Eylül sabahı Türk süvarilerinin Kordon’a girişi ve Vilayet Konağı’na Yüzbaşı Şerafettin (İzmir) Bey tarafından Türk bayrağının çekilmesiyle son bulmuş. Aynı gün, ikindi vakti Belkahve’deki gözetleme yerine gelen Mustafa Kemal Paşa, geceyi o zamanki adı Nif olan Kemalpaşa’daki Başkomutanlık Karargâhı’nda geçirdikten sonra ertesi sabah İzmir’e hareket ederek, önce, kapısının üzerinde Türk bayrağının dalgalandığı Vilayet Konağı’na gelmiş. Bir süre orada kaldıktan sonra konaklayacağı İplikçizade Köşkü’ne gitmek üzere Karşıyaka’ya geçmiş. Karşıyaka o gün bayram yeri gibiymiş, çocuk, genç, yaşlı, erkek, kadın, büyük bir kalabalık karşılamış Mustafa Kemal Paşa’yı. Üç gün önce yakılan İzmir’in dumanlarına bakıp gözyaşı döken insanların acıları, coşkulu bir sevince dönüşmüş.
***
Tutsaklığın acısını yaşamayanlar kurtuluşun anlamını kavramakta zorlanıyorlar; kimileri de hiç anlamıyor.
Biz, eski İzmirli ailelerden gelenler, mutlulukla biten o acı günlerin bizlere aktarılan anılarıyla büyüdük. İzmir Kız Muallim Mektebi’nin (öğretmen okulu) ilk mezunlarından olan anneannem Mükerrem Hanım, Atatürk’ün Harf Devrimi’nden sonra eski harflerle tek sözcük yazmadığı gibi Kıyafet Devrimi’nden sonra da örtünmedi. Kendisini bir “Cumhuriyet kadını” olarak tanımlardı, annem Nuşin Kavukçuoğlu’nu da kendisi gibi yetiştirdi. BabamFerit Kavukçuoğlu’nun gençliği Cumhuriyetin aydınlanmacı atılımlar döneminde geçti. Yüksek Denizcilik Okulu’nda parasız yatılı okuyarak hayata atıldı, uzun yıllar denizciliğimize hizmet etti.
Bizim kuşağımız ulusal kurtuluşçu, Cumhuriyetin kuruluş ilkelerine bağlı, aydınlanma devrimlerine sadık olarak yetiştirildi. Öyle anne babaların çocuklarıydık.
***
İzmir’in Kurtuluş Günü’nde 89 yıldır her 9 Eylül’de süvariler tarafından getirilen bayrağın İzmir Valiliği’ne çekilme töreninin bu yıl yapılmayacağını öğrendiğim zaman içim burkuldu. Tek tesellim aile büyüklerimden hiçbirinin artık yaşamıyor olmaları; bu yasağı hiç anlamayacaklardı.
Ben, toplu tanklı resmigeçit törenlerinin çağdaş dünyada artık yeri olmadığına inananlardanım. En fazla barışa gereksinim duyulan günümüzde resmi bayramların barış özlemini öne çıkaracak görüntülerle kutlanmasından yanayım.
Ne var ki İzmir’de 89 yıldır düzenlenen, fakat bu yıl mayıs ayında değiştirilen Ulusal ve Resmi Bayramlar ile Mahalli Kurtuluş Günleri, Atatürk Günleri ve Tarihi Günlerde Yapılacak ve Kutlamalar Yönetmeliği’nin kurbanı olan geleneksel törenin farklı bir niteliği vardı. Ulusal kurtuluşumuzu simgeleyen bir özelliği vardı.
Ama inanıyorum, İzmirli hemşerilerim 9 Eylül’ü bugün geçmiş yıllardan çok daha coşkulu kutlayacaklar.
9 Eylül 2012 - Cumhuriyet



Hepimiz Suçluyuz!

Onlara sıra ne zaman gelecek diye merakla bekliyorduk, geldi. Başbakan televizyon ekranlarında ve basında güncel olaylar üzerine yorum yapan emekli askerleri de suçladı. İçinden geldikleri ocaklarına “ihanet” eden insanlarmış bunlar, öğrendik.
Sanırım Başbakan’ın suçlular listesinde ilk yer alan kişi bir çiftçiydi; 11 şubat 2006’daki Mersin gezisinde Başbakan’ın karşısına çıkmış, ona“Çiftçinin hali ne olacak? Anamız ağladı. Hangi yüzle geliyorsun buraya”diye bağırmış, aldığı yanıt, “Ananı da al git!” olmuştu.
Başbakan’ın listesi aradan geçen yıllar içinde giderek kabardı.
Partisinin Türk Telekom Arena’da yapılan son İstanbul il kongresinde hedefinde köşe yazarları vardı. 52 bin kişinin önünde onları “akbabalık” ve“köpeklikle” suçladı.
Şöyle diyordu: “Medyada da akbabalar var. Daha düne kadar üniformalılar yazdıklarınızdan dolayı azarlıyorlardı. Onların karşısında selam durup ‘şak’yapıyordunuz... Sizi o tasmalarınızdan kurtardık. Şimdi ise boyunlarında uluslararası tasmaları taktılar.”
***
Başbakan o köşe yazarlarına öfkelenmekte kendince haklıydı; kim bilir kaç kez medya patronlarına seslenmiş, “Bunları kovun!” demişti. Medya patronları da başlarına olmadık işler gelir korkusuyla bir “tasfiye harekâtına”girişmişler, çok sayıda gazeteci-yazarı ya işten çıkarmışlar ya da bezdirerek “kendi istekleriyle” işten ayrılmalarını sağlamışlardı.
Sayıları hiç de az değildi.
Hürriyet’ten Emin Çölaşan, Pakize Suda, Cüneyt Ülsever, Tufan Türenç,Oktay Ekşi, Ferai Tınç, Zeynep Göğüş;
Milliyet’ten Atilla Akal, Zeynep Oral, Doğan Heper, Umur Talu, Nilgün Cerrahoğlu, Şahin Alpay, Yalım Eralp, Cem Dizdar, Nuray Mert, Osman Ulagay;
Radikal’den Mine Kırıkkanat, Türker Alkan, Haluk Şahin, Erdal Güven, Yıldırım Türker; Vatan’dan Necati Doğru, Deniz Uğur;
Sabah’tan Can Ataklı, Balçiçek Pamir, Aydın Ayaydın, Başak Dursun;
Habertürk’ten Nuran Yıldız, Ece Temelkuran;
Akşam’dan Oray Eğin, Güler Kömürcü;
NTV’den Banu Güven, Can Dündar, Ruşen Çakır;
Star’dan Mehmet Altan;
Star TV’den Uğur Dündar.
İlk anda aklıma gelen adlar bunlar; içlerinden bazıları başka basın-yayın kuruluşlarına geçtiler, bazıları boştalar, bazıları da mesleklerini bıraktılar.
Yargı da bu arada medyayı istenmeyen kalem ve ağızlardan arındırma işinde iktidara yardımcı oldu. Bir patrondan bağımsız olarak yazan ya da kendi kendisinin patronu olan Mustafa Balbay, Tuncay Özkan, Soner Yalçın gibi gazeteciler Ergenekon’dan tutuklanarak içeri alındılar. Fakat susturulamadılar.
***
Dedim ya Başbakan öfkelenmekte kendince haklı; susmayan susmuyor, susmak istemeyeni susturmak kolay değil. Birini susturuyorsun, yerine beşi, onu konuşmaya başlıyor.
Öğrenciler konuşuyor, atamaları yapılmayan öğretmenler konuşuyor, bilim insanları konuşuyor, işçiler, yazarlar, müzik insanları, tiyatrocular, çizerler, emekli askerler, Aleviler, iktidar karşıtı milletvekilleri konuşuyor.
Başbakan dilediği kadar hepimizi suçlu ilan etsin! Kimimize “hain”,kimimize “beleşçi”, “kimimize akbaba”, kimimize “tasmalı” deyip hakaret etsin! Topumuzu tutsak ettirecek gücü yok ya!
Eğer yazdıklarımız, konuştuklarımız Başbakan’ın gözünde bizi “suçlu”yapıyorsa bunda gocunacak bir yan görmüyoruz.
Öyleyse hep bir ağızdan: “Hepimiz suçluyuz!”
10 Eylül 2012 - Cumhuriyet

MUSTAFA BALBAY


26 Ağustos’tan 9 Eylül’e...

9 Eylül, 30 Ağustos Zaferi’nin karış karış Anadolu toprağına yazılışının tamamlandığı gündür.
Ulusal bayramlarımızın anlamını yeni kuşaklara öğretmek bir yana, sıradan bir kutlama yapmak bile sorun” haline geldi.
Gelenektendir, sonu “0” ve “5”le biten yıldönümleri daha farklı algılanır, daha etkili kutlamalar, anmalar yapılır.
Ulusal Kurtuluş Savaşımızın 90. yıldönümündeyiz. Sonu sıfırla biten bu yıldönümünü anlaşılan hükümet farklı yorumladı ve sıfır kutlama” kararı aldı!
Oysa 90. yıla, 26 Ağustos Büyük Taarruzla başlayıp 9 Eylül İzmire ulaşma coşkusuyla noktalanan bir kutlamalar kervanı yakışırdı.
Böyle bir kutlamayı köşemizde yapmaya çalışalım, gün gün 26 Ağustostan 9 Eylüle, Afyondan İzmire gelelim.
***
24 Ağustosta Başkomutanlık, Genelkurmay Başkanlığı, Batı Cephesi Komutanlığı karargâhları Afyon Şuhuta geldi. Ertesi gün bütün karargâhlar Kocatepenin güneyindeki çadırlı ordugâha geçerek Büyük Taarruzun son hazırlıklarını yapar.
26 Ağustosta, 05.30da taarruz başlar. Rauf Orbay sabah saatlerinde TBMMdeki gizli oturumda taarruzun başladığını milletvekillerine duyurur.
27 Ağustosta saat 17.30 sıralarında Afyonun kurtuluşu ilan edilir. 57. Tümen Komutanı Albay Reşat, Çiğil Tepeyi söz verdiği saatte alamadığı için intihar eder.
28 Ağustosta 2. Yunan Kolordusu çekilme kararı alıp, savaşı daha geride göğüslemeyi planlar. İzmirdeki karargâhlarında Yunanlı subaylar gazetecilere verdikleri demeçte, Mustafa Kemal perişan olan itibarını pekiştirmek için bir harp oyununa başvurmuştur. Belki birkaç gün sonra onu size esir olarak burada takdim ederiz” derler.
29 Ağustosa Yunan tümenlerinin birleşme çabası ile Türk tümenlerinin bunu engelleme çabası damgasını vurur. Kimi Türk birlikleri tümüyle şehit olma pahasına Yunanlıların geçiş yollarını kesip geciktirirler. 23. Tümenimiz, Dumlupınardaki Yunan birlikleriyle çekilmekte olan Yunan birliklerinin arasına girer, çekiliş yolunu tümüyle kapatır.
30 Ağustosta Dumlupınar ve çevresindeki tüm Yunan askerlerinin etrafı sarılır. Zafer kesinleşir. Aynı gün Ali Kemal köşesinde şöyle yazacaktır:
Anadoluda harp ve ateş yeniden tutuştu. Bu milletin varlığıyla böyle oynamak en büyük siyasetsizliktir.
31 Ağustosta Atatürk savaş alanını gezer, yerdeki Yunan sancaklarını kaldırtır. Yunanlılar Uşaka çekilir, kenti yakar.
1 Eylülde Atatürk, Ordular! İlk hedefiniz Akdenizdir, ileri” emrini verir, İzmire yürüyüş başlar.
2 Eylülde Yunan ordusunun Başkomutanı Trikupis esir alınır. Eskişehir kurtulur. Atatürk Uşaka gelir.
3 Eylülde TBMM önünde büyük bir zafer kutlaması yapılır.
4 Eylülde ordu İzmire yürüyüşünü hızlandırır.
5 Eylülde İzmir limanına getirilen takviye Yunan tümeni karaya çıkmayı reddeder. Nazilli kurtulur.
6 Eylülde TBMM Başkanlık kürsüsündeki siyah örtü kaldırılır. Balıkesir kurtulur.
7 Eylülde Aydın kurtulur. Atatürk Alaşehir ve Salihliye gelir. İzmirdeki Yunan Yüksek Komiseri Stergiadis kaçar. Yunan hükümeti istifa eder.
8 Eylülde Manisa kurtulur. Yunanlı asker ve yöneticiler İzmiri terk eder.
9 Eylül saat 10.00da Türk süvarisi İzmire girer. Saat 15.00te Mustafa Kemal, Belkahveden İzmiri seyreder.
***
Atatürk eylül ortasında Yakup Kadri Karaosmanoğlu ile İzmir’de sohbet ederken şöyle der:
“Milli mücadelemizin bu safhası kapanmıştır. Şimdi ikinci safhasını açmamız gerekiyor.”
İşte bu anlamda 9 Eylül iki önemli günün adıdır:
Emperyalist işgalden kurtuluş savaşının zaferle sonuçlanması ve modern, çağdaş, uygar bir Türkiye kurma savaşının başlaması.
Zimbabwe’den Filipinler’e, Yemen’den Guatema’ya kadar 80 ülke dolaştım. Pek çok ülkede saldırılardan, büyük işgallerden kurtuluş savaşının izlerini gördüm, bilgiler aldım. Görerek beynime kazıdım ki, asıl iş kurtuluş savaşından sonra başlıyor. Ne yazık ki pek çok ülke işin bu yanında tökezliyor.
9 Eylülü bir sonuçtan çok başlangıç olarak gören Mustafa Kemale, bugün 9 Eylülü adına yakışır bir bayram havasında kutlayan İzmire selam olsun...
9 Eylül 2012 - Cumhuriyet




Komşularla Sıfırı da Tüketiyoruz!

Dünya tarihi bir yana, ülkemizin tarihi büyük devletlerle aynı siyasete girmenin ne tür sonuçlar doğurabileceğine ilişkin
sayısız örneklerle doludur. Çünkü bu devletlerin kendi aralarında ayrı bir dil vardır, ayrı çıkar dengeleri vardır. Onlar için öncelikli olan da budur.
Bu anlamda iki büyük devleti karşı karşıya getirebilecek tek şey, kendi çıkarlarıdır. Yani üçüncü bir devletin durumu, ona verilen herhangi bir söz ya da benzer bir şey değildir. Bunda da yadırganacak bir şey yoktur. Zira uluslararası ilişkilerde duygulardan çok bulgular vardır.
Anadolu insanı bu gerçeği şu sözle özetlemiş:
“Atlıyla yaya arkadaş olamaz.”
***
Suriye politikamızın başarılı olup olmadığına ilişkin uzun irdelemeler yapmaya gerek yok. Son 15 gün içinde yaşananlardan sadece birkaçını paylaşmak yeterli. Birleşmiş Milletler’de, Dışişleri Bakanımızın uluslararası toplumdan daha çok destek istediği toplantıda, Suriye temsilcisi Türkiye için şunu diyebildi: “Celladımızsınız!”
Her şeyden önce kimsenin Türkiye’ye bu kadar ağır bir söz söylemeye, hiçbir Türk temsilcisinin de ülkemizi böylesine aşağılatmaya hakkı yok.
Uluslararası kurumlar deyince akla ilk gelenlerden biri NATO. Bizim de üyesi olduğumuz NATO’nun Genel Sekreteri Rasmussen’in 5 Eylül’de yayımlanan demeci şöyle:
“Suriye’ye müdahale etmek için planımız yok. Türkiye’yi korumak için tüm önlemleri alacağız.”
Söylemeye dilimiz varmıyor ama, bu tablo NATO’nun bir Suriye sorunu değil, “Türkiye sorunu” olduğunu ortaya koyuyor.
Oysa bölgemizdeki öteki ülkelere baktığımızda, hiçbiri kendisini Türkiye kadar sorunun göbeğine koymuyor. Mısır’ın yeni devlet başkanı Mursi, ilk dış gezi programına Çin’i koyarken, Tahran’daki bağlantısızlar toplantısında dengeli bir dil kullanmaya özen gösteriyor. Hem kendince yeni bir dil bulmaya çalışıyor, hem de Mısır’ın geçmişte ABD ile kurduğu ilişkileri gözardı etmiyor.
Ürdün, en az Türkiye kadar mülteci akınıyla karşı karşıya olduğu halde, sorunun üzerine sıçramaması için çaba harcıyor.
İran şöyle düşünüyor: Suriye’den sonra sıra Türkiye’ye gelecek, ardından bana. O zaman ben cepheyi Suriye’de açayım. Zira Suriye’de oluşacak yapı beni doğrudan etkileyecek.
Irak yönetimi de daha yeni yeni kendi hükümranlığını kurarken hemen dibinde kendisini de zora sokacak bir belirsizlik istemiyor.
Bu yelpazenin içinde Suriye ile en uzun sınıra sahip ülke olarak biz ne yapıyoruz?
Uluslararası kurumları Esad yönetimi aleyhine karar almaya zorlamaktan, Suriye’deki muhalifleri her bakımdan desteklemeye kadar akla gelecek ne varsa yapıyoruz. Türkçemizdeki “Ev alma komşu al” ile başlayan bir dizi deyimden, atasözünden esinlenerek söylemek gerekirse, güney komşumuzun tam bir demokrasi içinde yönetilmesini elbette hepimiz isteriz. Ancak bugün Suriye’deki muhalif yapının aktif savaş unsurları içinde El Kaide’ye kadar uzanan çok değişik gruplar olduğu dikkate alınırsa, Esad’dan sonra şöyle bir yönetim gelir demek de olanaksız.
***
Gelelim Suriye tartışmaları arasında daha da alevlenen asıl sorunumuza... Yani terör belasına...
Şehit sayısının iki haneli rakama ulaşmasının ardından aşağıdaki başlıklar hükümete yakın-uzak pek çok gazetede yer alıyordu:
“Terör örgütü İran’dan da destek alıyor.”
“Suriye’nin kuzeyinde doğrudan terör örgütüne yakın birimlerin kontrolündeki yerleşim yeri sayısı artıyor.”
“İranlı ajanlar tutuklandı.”
“Terör örgütünün Irak’taki unsurları Suriye’deki psikolojik etkisini artırıyor.”
Esad yönetimi 1980’li-90’lı yıllarda da terör örgütüne değişik şekillerde destek verirdi. Türkiye 1998 Adana Mutabakatı’yla Şam yönetimini belli bir noktaya getirdi. En azından Suriye yönetiminin ve topraklarının terör örgütüne zemin olmaktan uzaklaşmasını sağlayacak bir anlaşma yapıldı. Daha önemlisi, sürdürülebilir bir mekanizma kuruldu.
Bunların hepsi anlamını yitirdi. Bölgeden gelen haberler sınır güvenliğinin de kalmadığını gösteriyor.
Bütün bu tablo şöyle özetlenebilir:
Artık sıfırı da tükettik!
10 Eylül 2012 - Cumhuriyet


Kocatepe'den Ergenekon'a: 30 Ağustos



Dünya üzerinde hiçbir ülkenin tarihinde böylesine güç koşullarda kazanılmış büyük bir zafer yoktur. Bu nedenle 30 Ağustos, ordumuzun “Zafer Bayramı”dır. Bu yıl Zafer Bayramı’nın doksanıncı yıldönümüdür. Yakın tarihlere kadar bu bayramı ordumuzla birlikte el ele ve coşkuyla kutlardık.

Mustafa Kemal’in Kocatepe’den 26 Ağustos 1922’de “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri” komutuyla Akdeniz’e sel gibi akan ordumuz, 9 Eylül’de İzmir’e ulaşmış ve ülkemiz düşman işgalinden tamamen kurtulmuştu. İki hafta süren “Büyük Taarruz”un en kritik günü, düşman cephesinin yarıldığı Başkomutanlık Meydan Savaşı’dır. 30 Ağustos 1922 günü kazanılan bu zafer, tarihimize “30 Ağustos Zaferi” olarak geçmiş ve TBMM bu zaferin anısına Mustafa Kemal’e “Mareşal” rütbesi ile “Gazi” unvanını vermiştir.

Düşman, İnönü Savaşları’nda aldığı yenilgiden sonra, seferberlik ilan etmiş ve Anadolu’daki güçlerini, asker, silah ve uçak yönünden önemli ölçüde arttırdıktan sonra yeniden saldırıya geçmiş; Eskişehir, Kütahya ve Afyon’u işgal etmişti. Düşmanın bu başarısı bütün ülke ile birlikte TBMM’yi de korku ve endişeye sürüklemişti. Akla gelen ilk çare, her zaman olduğu gibi, yine Mustafa Kemal’e sığınmak olmuş ve ordunun başına geçmesi istenilmiştir. Mustafa Kemal, TBMM’nin tüm yetkilerinin “üç ay için ve sadece ordunun savaşa hazırlanması amacı ile sınırlı olarak” kendisine devredilmesi koşuluyla başkomutanlığı kabul etmiştir.

TBMM üyeleri arasında, Mustafa Kemal’e her fırsatta karşı çıkan ve kendilerini “İkinci Grup” diye adlandıran hırçın ve kavgacı bir grup vardı. Başından beri Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın başarısız olacağına inanmış olan bu kişiler de Mustafa Kemal’in başkomutan olmasını, kaybedilecek bir savaşta silinip gideceği düşüncesi ile desteklemişti. Ancak her karşı çıkışlarında uğradıkları hayal kırıklığı ile yine karşılaşacaklardı.

Mustafa Kemal, ordularımızı Sakarya’nın doğusuna çekmiş, büyük bir gizlilikle Doğu ve Güneydoğu’daki birliklerimizi kış ayları içinde bu bölgeye taşımış, çıkardığı “Ulusal Görev” yasasıyla vatandaşları tüm olanaklarıyla orduya destek vermeye çağırmıştır. Mustafa Kemal ordunun hazırlığı ile uğraşırken TBMM, onun bulunmadığı bir gün, İkinci Grup’un teşvik ve tahriki ile kendisine devredilen yetkileri kaldırmıştır. Bu haberi duyan Mustafa Kemal, ertesi gün TBMM’de söz almış ve kendisini eleştiren milletvekillerine tek tek cevap verdikten sonra sözlerini şöyle bitirmiştir:

“Aldığınız karar nedeniyle ordu iki gündür komutansız kalmıştır. Savaşa hazırlanan bir ordu komutansız bırakılır mı? Bırakmadım, bırakmam ve bırakmayacağım!”

TBMM’de çıt çıkmamış ve yetki süresi yenilenmiştir.

Mustafa Kemal’in “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. Bu satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı kanla sulanmadıkça savaş bitmeyecektir” sözleriyle belirlenen strateji, yirmi iki gün ve yirmi iki gece durmaksızın süren Sakarya Savaşı’nın zaferle sonuçlanmasına neden olmuş ve Akdeniz’e giden yol açılmıştı.

Dünya üzerinde hiçbir ülkenin tarihinde böylesine güç koşullarda kazanılmış böyle büyük bir zafer yoktur. Bu nedenle 30 Ağustos, ordumuzun “Zafer Bayramı”dır. Bu yıl Zafer Bayramı’nın doksanıncı yıldönümüdür. Yakın tarihlere kadar bu bayramı ordumuzla birlikte el ele ve coşkuyla kutlardık. Ordumuzun geçit törenlerinde gözlerimizden sevinç yaşları dökerek bayrağımızı ve sancaklarımızı selamlar, askerimize minnetimizi gösterirdik.

Ancak son birkaç yıldır 30 Ağustos’ta sevincimiz buruk, ulusal gururumuz kırıktır. Bu ülkeyi bağımsız kılan, Cumhuriyeti kuran ve çağdaş uygarlığa kavuşturan ordumuz, içten ve dıştan büyük bir tuzakla karşı karşıya kalmıştır. Bir emekli Genelkurmay Başkanı ve onlarca general, amiral ve çeşitli rütbelerde subay ve astsubay, “çete kurmak” suçuyla yıllardan beri tutukludur.

“Atatürk devrimlerini yıllarca öfke ve kinle, dişlerini gıcırdatıp, yumruklarını sıkarak izleyenler” ordumuzu kendilerine hedef seçmiştir. Ancak Kurtuluş Savaşımızı, bugünkünden çok daha zor koşullarda kazanmayı bilen ordumuzun bu “Son Savaş”ı da kazanacağına, iç ve dış düşmanlarını etkisiz kılacağına inanıyoruz.

Bayramın Kutlu Olsun Şanlı Ordu!
30 Ağustos 2012