18 Mart 2010 Perşembe

TÜKETİCİ HAFTASI YAKLAŞIRKEN FARKINDA MISINIZ?

SÜT VE SÜT ÜRÜNLERİ
SADIK ÇELİK

Onkolog Uz. Dr. Yavuz Dizdar 3 Mart ve 10 Mart 2010 tarihlerinde Dünya gazetesindeki köşesinden soruyor; "Sütler ve yoğurtlar neden bozulmuyor, bunlar dayanıklı beyaz eşya mı yoksa bozulmaya karşı efsunlular mı?" diye. Herkes dikkat etmiştir, son yıllarda satın aldığımız kutu sütler ve yoğurtlar buzdolabında bir ay kalsa dahi ekşimiyor, ancak günler sonra ekşiyerek değil küflenerek bozuluyor. Eskiden satın aldığımız yoğurtlar 3-4 gün içerisinde tüketilmezse ekşir, tadı değişirdi. Şimdilerde marketlerden satın aldığımız yoğurtların ve kutu sütlerin içerisindeki bakteriler, UHT teknolojisi kullanılarak yok edildiğinden, içerisinde bakteri bulunmayan sütler ve yoğurtlar ekşime yapmıyor, hatta günlerce bozulmadan saklanabiliyor.

Ancak, pastörizasyon yapılan yani hızla ısıtılıp soğutulan süt ürünlerindeki sağlığa zararlı bakteriler ortadan kaybolurken sağlığa yararı olanlar da yok oluyor. Uzmanlar, sütün içerisindeki bazı bakterilerin hastalık yapmadığını, birçok hastalığı önlediğini ve sütün kesilmesini yada ekşimesini sağladığını söylüyorlar. Hatta bu bakterilerin, sağlıklı sütün bir çeşit sigortası olduğunu da belirtiyorlar. Bu durumda, aslında süt çok faydalı bir içecekken pastörizasyon, UHT gibi işlemler sonrası zararlı bir ürün haline geliyor. Prof. Dr. Ahmet Aydın bu zararları iki şekilde açıklıyor.

1) Teknolojinin elini değdirdiği süt ve süt ürünleri, yapılan işlemler sonucu doğal enzimlerini ve proteinlerini kaybederken sindirilemez hale geliyor. Sütün sindirimini sağlayan laktaz ve lipaz aktif enzimleri pastörizasyon ve UHT gibi işlemler sonrası canlılığını yitiriyor ve yetişkin mideler tarafından gerektiği kadar sindirilemiyor.

2) Enzim eksikliği ve hayati öneme sahip proteinlerin değişmesi, sütteki kalsiyumu ve mineral elementlerini eritiyor.

Konuyla ilgili 1930'lu yıllarda Dr. Francis M. Pottenger 'in 900 kedi üzerinde 10 yıl süreyle yaptığı araştırmaya göre, çiğ süt içen bir grup kedi, sağlıklı olarak büyürken, pastörize sütle beslenen grup bir süre sonra durgun, sersem ve normalde insanlarla ilişkilendirilen kalp krizi, böbrek yetmezliği, tiroit bozukluğu, solunum rahatsızlıkları, diş kaybı, kemik zayıflığı gibi kronik yozlaştırıcı rahatsızlıklara karşı savunmasız hale geldi.

Görüldüğü gibi doğal niteliklerinden uzaklaştırılmış süt, insan ömrünü değil yalnızca raf ömrünü uzatıyor.

Kutu süt ve süt ürünlerinin aylarca bozulmaması, uzun ömürlü olması pastörizasyon işlemleri ve UHT teknolojisinden mi ambalajlanmalarından mı yada inekleri yayılım için hiç meralara çıkarmadan ahır ortamında hazır yemlerle, antibiyotik kullanarak büyütülüp beslenmesinden mi kaynaklanıyor bilemiyoruz ancak bildiğimiz tek şey, kaymak bağlamayan, ekşimeyen, kesmeyen sütler ve yoğurtlar doğal değildir. Ayrıca homojenizasyon sırasında süte 2 ton civarında bir basınç uygulanıyor ve süt proteinlerinin moleküler yapısı büyük ölçüde değişiyor. Moleküler yapısı değişmiş proteinlerin ise immüm sistemini aşırı uyararak bazı hastalıklara sebebiyet verdiği de bilinmektedir.
Yoğurt ve süte benzer bir başka örnek de açıkta bırakılan margarinlerde görülmektedir. Yapılan bir araştırma margarinlerin günlerce bozulmadığını, acımadığını hatta karınca ve sineklerin margarinlere yaklaşmadığını gösterdi. Bu ilginç araştırma, acaba margarinlerin içerisinde ne tür bir katkı maddesi var, yoksa bunlar da mı efsunlu, diye düşündürüyor. Margarinlerin üzerinde trans yağ yoktur, kalp dostudur gibi doğruluğu margarin üreticilerince kanıtlanmış, tüketicilerin sorgulamadan inandığı ibarelerin yer almasına artık söz söylemiyoruz fakat margarinlerin gözle görülen, şahit olunan bu durumlarına ne diyeceğiz?.

Teknolojinin elini değdirdiği süt ve süt ürünlerinin her ne kadar zararları bilinse de sağlığa olan yararlarından ötürü süt ve süt ürünlerinin tüketimi tüm dünyada artmaktadır. Yaşamsal aminoasitleri içeren yüksek değerli süt proteini, yaşamsal yağ asitlerini içeren süt yağı, birçok mineral madde, süt şekeri ve birçok vitamini ile süt, temel gıda maddesi olarak kabul edildiğinden kutu sütlerin raf ömrünü uzatmak için yapılan çalışmalarda aşırıya kaçılmamalı, süt ve süt ürünleri doğal özelliklerini kaybetmemelidir.

"Karikatürist çizgiyle düşünen, düşündüğünü çizgiyle izleyiciye ulaştıran kişidir" diyen, çizgisinden ödün vermeyen, Türk mizahının büyük ismi, karikatürist Turhan Selçuk 'un ebedi yolculuğunda tek tesellimiz bizlere kalan ölümsüz eserleridir.

sadik.celik@keyveni.com.tr
Cumhuriyet Gazetesinden alınmıştır.





12 Mart 2010 Cuma

KARİKARÜRÜN DÜNYA ÖLÇÜSÜNDEKİ USTASI ARAMIZDAN AYRILDI


Türk mizahının babası TURHAN SELÇUK'u yitirdik

Dünya karikatürünün duayenlerinden Cumhuriyet gazetesi yazarı Turhan Selçuk Karındaki aort damarının genişlemesi (abdominal aort anevrizması) teşhisi ile tedavi altına alınmıştı. Selçuk'a hastanede önceki gün stent takıldı. Ancak kanama nedeniyle tekrar ameliyata alınan Selçuk, yoğun bakımda hayatını kaybetti. Selçuk 88 yaşındaydı.

Selçuk için ilk tören yarın Cumhuriyet Gazetesi Merkez binasında yapılacak. Vasiyeti üzerine Nevşehir / Hacıbektaş'taki Çilehane tepesinde son yolculuğuna uğurlanacak.

Sanatçı dostları Turhan Selçuk için hem cesur hem yetenekli hem de kuşaklar ötesi bir çizer yorumunda bulundu. Cumhurbaşkanı Gül ve siyasetçiler ise Selçuk'un saygıyla hatırlanacağını belirtti.

Cumhuriyet Gazetesi'nde “Söz Çizginin” başlığıyla karikatürleri yayımlanan Turhan Selçuk, önceki gün rahatsızlanarak Acıbadem Maslak Hastanesi'ne kaldırılmıştı.
Aynı hastanenin yoğun bakım ünitesinde 10 Mart 2010 Çarşamba gecesi saat 01:30'da hayatını kaybetti.

TÜRK MİZAHININ DUAYENLERİNDENDİ


Türk mizahının önde gelen isimlerinden olan ve Türkiye'de mizaha yön veren duayen karikatüristi olan Turhan Selçuk 1922’de Milas’ta doğdu. İlk karikatürleri Adana’daki ortaöğrenimi sırasında aynı yerde çıkan Türk Sözü gazetesi ile İstanbul’da Kırmızı Beyaz ve Şut spor dergilerinde yayımlandı(1941).
1943’te Akbaba’nın kadrosuna girdi, 1948’de Tasvir’de karikatürcü ve ressam olarak çalıştı; Refik Halit Karay’ın çıkardığı Aydede’nin baş çizeri oldu. Kardeşi İlhan Selçuk’la birlikte 41 Buçuk (1952), Dolmuş (1956) mizah dergilerini çıkardı. 1949’da, dünyada Steinberg’in öncülüğüyle başlayan modern karikatür anlayışına yöneldi. Yeni İstanbul gazetesindeki yazılarında “grafik mizah”ın karikatürün evrensel anlatımı olduğunu savundu; çalışmalarını bu yönde sürdürmeye başladı. Yeni İstanbul, Yeni Gazete, Akşam, Milliyet, Cumhuriyet gazetelerinde ve Akis, Yön, Devrim, Toplum, vb. dergilerde çizdi. 1957’de Milliyet’te çizmeye başladığı Abdülcanbaz dizisi büyük ilgi gördü. Tiyatroya ve sinemaya uyarlanan bu çizgi romanın bir deseni 1991’de PTT tarafından pul olarak basıldı. 1969’da iki arkadaşıyla Karikatürcüler Derneği’ni kuran Turhan Selçuk 1973’te Sanatçılar Birliği tarafından “Halkın Sanatçısı”, 1983’te Gazeteciler Cemiyeti tarafından “Yılın Karikatürcüsü” seçildi. Yurt içinde ve dışında çeşitli ödüller aldı: Bordighera Altın Palmiye (1956) ve Gümüş Hurma (1962), İppocampo (1970), Vercelli (1975), Sedat Semavi Vakfı Görsel Sanatlar Ödülü (1984), Cumhurbaşkanlığı Büyük Sanat Ödülü (1997) ödüllerinin sahibi oldu. 1992’de Dışişleri Bakanlığı’nın önerisi üzerine hazırladğı “İnsan Hakları” konulu sergisi Avrupa Konseyi’nin önerisiyle ilk kez Strasbourg’da açıldı, 1997’ye kadar Avrupa’nın çeşitli kentlerinde ve Güney Afrika’da dolaştı. “Barış ve Kitap” konulu karikatürü 1992’de Avrupa Konseyi’nin başlattığı kitap okuma kampanyası boyunca bütün afiş ve dokümanlarda logo olarak kullanıldı. Sanatçı, çalışmalarını Turhan Selçuk Karikatür Albümü (1954), 140 Karikatür (1959), Turhan 62 (1962), Hiyeroglif (1964), Hal ve Gidiş Sıfır (1969), Söz Çizginin (1979) adlı albümlerinde topladı.
1980`de Milliyet`e döndü. Selçuk son olarak Cumhuriyet gazetesinde çalışıyordu


"Gördüğümüz rüyanın birbirine benzemesi doğaldı"

Turhan Selçuk'un sanatta 60. yılında basılan 'Önce Çizgi Vardı... "çizgide 60.yıl"' adlı derleme kitabında İlhan Selçuk ağabeyini duygu dolu sözlerle kaleme almıştı. Ağabeyine 'gördüğümüz rüyanın birbirine benzemesi doğaldı' diyen Selçuk'un kaleminden Turhan Selçuk...

İlhan Selçuk

TURHAN...
Çevremizi saran üç boyutun ötesinde, dördüncünün varlığını duyumsamadığımız yıllardı... Uzunluğu, genişliği, derinliği biliyorduk...
Zamanı tanımıyorduk...
Yaşadığımız an
'ın bilincine uzaktık...
Bilye oynarken, meşin topun peşinde koşarken, okula giderken, gezip tozarken, avarelik ederken, akan zamanın dışındaydık...
Ta içimizde, yüreğimizde, beynimizin gizli bir köşesinde, geleceğimizin gizemine adamıştık kendimizi...
Ulaşılamaz yıldızlara gidecektik; bilmediğimiz ülkelerde görülmemiş serüvenler bizi bekliyorlardı; göz kamaştırıcı hayatlara ışınlanmıştık...
Yakınımızdaki hiçbir olay, ailemizdeki hiçbir bağ, çevremizdeki hiçbir kişi, ülkemizdeki hiçbir gerç
ek, yaşadığımız kent veya kasabadaki hiçbir koşul, bizim yarınlara şartlanmış yaşam tasarımlarımızı engelleyemezdi...
Yaşayacaktık: ama, daha sonra, ilerde, gelecekte, hayat kollarını bize açacaktı...
Özlemlerimizin anlamı, sıradanlaşmanın sınırlarını ruhumuzda çiğneyip geçmişti...
Yaz sıcağını emen geceler, pırıl pırıl gökte kayan yıldızları ciğerlerimize çekiyorduk: o yıldızlar gökte bizim için kayıyorlardı...
İki Çocuğun devri Alemi'ni, Tarzan'ı, Baytekin'i, Üç Silahşörler'i aşıp La Dam O Kamelya'ya geçmek güç olmadı; Çocuk Sesi'ni Afacan'ı geride bırakırken üzülmedik; bunlardan çok daha uzakta, gizemli ve görkemli bir yerde, hayat kollarını açmış
bizi bekliyordu.
Çok küçük yaştayken, İstanbul'da elektrik düğmesini çevirdiğimiz zaman ortalığın aydınlanması bize doğal
gelmişti. Anadolu'nun uzak kasabalarında, fitilli petrol lambasının soluk ışığında kitap sayfalarını çevirmekte ne kolaydı!.. Çünkü hayat, çok ötede, gelecekte, bilinmeyen kentlerde, balta girmemiş ormanlarda, uzak gezegenlerde yaşanacak apayrı bir şeydi.
Bilincimizin gölgesinde, geleceğin bilinmezliğine yayılıyordu umutlarımız...
Çocuklukta yaşadığımız yıllar, ilerde yaşayacağımız güzel zamanlardan ödünç
alınmıştı.
Schubert'i, Gorki'yi, Zola'
yı, Gogol'u tanıdığımızda, kendimize yakıştırdığımız dünyanın insanlarını bulmuş gibiydik; ama, sanki hepsi de üç boyutun kapsamı içindeydi...
Dördüncü boyutun bize hazırladığı tuzaktan habersizdik...
Zamanı duyumsamaya başladığımız gün, yaşam değişti, dördüncü boyut ikimizi de uçurumuna çekmeye başladı...
Turhan'la kardeşliğin ötesinde bir ikili olşturuyorduk, yaşımız büyüdükçe düşüncelerimiz de birlikte büyüyor, düşlemlerimize karışıyordu, gece gözlerimizi kapadığımızda gördüğümüz rüyanın birbirine benzemesi doğaldı...

Ya Ülfet?..
O 'bizim' kız kardeşimizdi...Benim ya da Turhan'ın değil, 'bizim' kardeşimiz...
Uzun sandığım bir çocukluk evresinde 'ben' ile 'biz'i düşüncelerimde karıştırdığımı sanıyorum.
Gerçek ile düşü ayrımsa
mak çok zor oldu.
Çocukluğumuzun uçsuz bucaksız evreninden kopup ayaklarımızın toprağa değdiği anda, ben çok korktum...
Turhan'ın ürktüğünü sanıyorum.
Dünyalarımız yıkılıyor muydu? Yıldızlara gidemeyecek miydik? Evrenin bilinmeyen güzelliklerini, adına hayat denen süreçte keşfedemeyecek miydik?
İlk gençlik yılları aşılıp da 'zaman boyutu' yaşamd
a devreye girdikçe, üç boyutun yetersizliği, kısırlığı, bağlayıcılığı ortaya çıkıyordu.
İnsanın durduğu, oturduğu, hele geceleyin yattığı yerde düşünceleriyle devinebilen bir yaratık olduğunu küçükken keşfeden bizler, hayatın gerçekliği karşısında, ellerimizin ayaklarımızın bağlandığını mı görecektik?..
Büyüyorduk, hayata atılmak, meslek sahibi olmak, para kazanmak, bir evin sorumluluğunu taşımak gibi zorunlulukların oldubittisiyle karşı karşıyaydık. Kuralların buka
ğası, ayakbileklerimize vuruluyordu. Gerçekler, hışımla üstümüze geliyordu. Dünyalarımızın yıkılmasına, gezegenlerimizin yok olmasına, yıldızlarımızın ellerimizden kaymasına seyirci mi kalacaktık?..
Kıyamet günü yaklaşıyordu... O sırada Turhan bir şeyi farketti.
Alaeddin'in lambasından çıkan dev, Turhan'a bir çizginin gizeminde bütün dünyaları, yıldızları,
gezegenleri, galaksileri, insanları, duyguları, sevdaları, dostlukları, düşmanlıkları, ağlamayı, gülmeyi, geçmişi, geleceği ve an'ı - tek sözcükle yaşamı - yakalamasını öğretti.
O, ne büyük bir mutluluk!..
Turhan, evrendeki her şeyi çizgiye dönüştürmenin ilm-i simyasında benliğini buldu...
Yaratacağı evren'in Allah'ıydı artık...
Baytekin gibi yıldızlara gitmiyor, yıldızları ayağına çağırıyordu. Doktor Faust'un gücü artık ne yazardı!.. Güliver'in devleri ve cüceleri, çizginin büyüsünde bir büyüyüp bir küçülüyorlardı. Şekspir'in tiyatrosu, çizgi dünyasının egemenliğinde perdelerini açıp kapıyorlardı. Molyer'in mizahı, çini mürekkebiyle beyaz kağıt üzerine dökülüyordu. Donkişot ya da Kazanova, Turhan'ın yanında yay kalırlardı.
Turhan'ın dünyası, yaşadığımız gerçek dünyanın eleştirisiyle oluştu...
Alternatif bir dünyadır bu...
Coğrafyası dördüncü boyuta yayılır...
Turhan'da zaman korkusu kalmadı...
Zaman, artık Turhan'a çalışıyor.



Kaynak: Önce Çizgi Vardı... "çizgide 60.yıl"


Güldikenı, Güz 1994, S. 5, s.24-25

12 Mart 2010 Cuma tarihli Cumhuriyet portaldan alındı.

Karikatür Musa Kart (çizmeden yukarı)





7 Mart 2010 Pazar

Tanol Türkoğlu

OOOF OFF LİNE
Aslında ücretsiz olarak yararlandığımız tüm hizmetler yada web siteleri için birer bedel ödüyoruz. Evet bu cüzdanlarımızdan çıkan para şeklinde olmuyor, ancak dijital dünya nimetlerinden faydalanırken arkamızda bıraktığımız izlerde giderek en az para kadar değerli bir meta haline geliyor.

Dijital Yaşam Bedava mı?

2006 yılında ülkemizi ziyareti sırasında gazeteciler Bill Gates'e soruyor: "Siz Microsoft olarak CIA'ye bilgi veriyor musunuz?" Bill Gates'in cevabı ise sadece gülmek oluyor! (Türkçe meali "E herhalde" olsa gerek).
Microsoft'un ürünü olan Windows işletim sistemi PC dünyasına bir düzen getirmeden önce ekstra para vererek stın alınan pek çok program, zaman içinde Windows'un ücretsiz bir parçası haline geldi. İnternette sörf yapmaya yarayan Explorer'dan tutun da hesap makinesine kadar.
İnternetin ticari faaliyetlere de açıldığı 90'lı yılların başında ilk başarı hikâyesi yaratanların başında ücretsiz e-posta hizmeti veren Hotmail ile Yahoo geliyordu. Daha sonra gmail o zaman hiçbir rakibinin yapmadığı bir şeyle piyasaya girdi ve bedava e-posta hizmetini 1 gigabyte kapasiteye dek çıkardı. O arada gözden kaçan ufak bir detay ise gmail'in hiçbir e-postayı silmemesi idi. İnternetle birlikte sunulan ve ücretsiz olduğu için rağbet gören hizmetleri, web siteleri o kadar çok ki bunları tek tek tespit etmeye gerek yok. Facebook'tan Myspace'e, Yahoo'dan Twitter'a çok geniş bir alanda ücretsiz hizmetler internette biz bireysel kullanıcılara sunulmakta.
Başlangıçta bu hizmetlerin ücretsiz olmasının getirdiği finansal dengesizlik, web sitelerine alınacak reklamlarla yada firmalara yapılacak stratejik yatırımlar yada halka arzlarla bertaraf ediliyordu; edilecek deniliyordu.
Ancak şimdi tıpkı bir baraj gölü gibi bu ücretsiz hizmetlerin gündelik kullanımdan doğan yeni bir artı - değer oluştu. Kullanıcıların oluşturduğu veriler.
Bu veriler kendi başlarına pek bir anlam ifade etmeseler de bir araya getirildiklerinde çok değerli enformasyon yada bilginin üretilmesinde kullanılabilir. Doğal olarak burada devreye suiistimal olasılığı giriyor. Olumlu anlamda kullanılabileceği gibi bu veriler olumsuz amaçlar için de kullanılabilir.
Bu açıdan baktığımızda Aslında ücretsiz olarak yararlandığımız tüm hizmetler yada web siteleri için birer bedel ödüyoruz. Evet bu cüzdanlarımızdan çıkan para şeklinde olmuyor, ancak dijital dünya nimetlerinden faydalanırken arkamızda bıraktığımız izlerde giderek en az para kadar değerli bir meta haline geliyor.
Dijitalleşmenin getirdiği kolaylık, basitlik, hız, gündelik hayatımızda yıllardır farkında olmadan yaşadığımız kimi olguları yeni yeni idrak etmemizi de olanaklı kılıyor. Bu tür bırakılan izlerin değerlendirilmesi olgusu sadece dijital kültüre olası bir şey değil. Bunun en basit örneğini kimlik kartları için verebiliriz.
Bugün cüzdanımızda bir nüfüs kâğıdı taşımaktan gocunmuyoruz. Ancak İngiltere'de ilk kimlik belgesi kullanımı ortaya atıldığında pek çok insan "yönetim bizi fişliyor" diye kazan kaldırmış. "Fişlemek" ülkemizde de iktidara gelenlerin en sevdiği işlerden olsa gerek. Kırk yıldır pasif konumda "fişlenen" olmaktan bıkan ve aktif olarak fişleyen olma düşü kuranların bulunduğunu da öğrendik yakın zamanda. Oysa aynı kişiler üçüncü kere gittikleri bir lokantada garsonun kendilerini tanıyıp, özel muamele yapması karşısında hiç de rahatsız olmuyor, tam tersine haz duyuyordur.
O halde önemli olan arkada bırakılan izlerin birileri tarafından toplanması değil; bu izlerin değerlendirilmesinin hangi amaca hizmet edeceğiyle ilgilidir. Eğer bu izleri değerlendiren özel yada kamu gücü bunu bireylerin yaşam kalitesini yükseltmek için kullanacaksa (yukarıdaki garson örneğindeki gibi) bir sorun yok.
Asıl sorun bu güç odaklarının güvenilir olup olmadıklarıdır. Bu resimde güven ancak açıklığın olduğu, baskıcı, yandaşçı olmayan bir tutumun sergilediği ortamlarda filizlenebilir.

( 5 Mart 2010 Cumhuriyet / Bilim Teknoloji)



BEYİN, UYKUYLA ÖĞRENİYOR

Çok çalışmak tek başına tek başına işe yaramıyor. Amerikalı bilim insanları, yeni bilgiler edinmek isteyenlere çalışmadan sonra uyumalarını öneriyorlar. Bir dizi araştırma sonucunda yeni bilgilerin kalıcı olabilmesi için beynin mutlaka uykuya ihtiyaç duyduğu ortaya çıktı. Berkeley Üniversitesi psikoloğu Matthew Walker'a göre beynimiz, alınan bilgilerin 4 saat sonra uykuyla "pekiştirilmesi" halinde en iyişekilde çalışıyor. Walker ve ekibi ayrıca öyle uykusu da öneriyor. Öğle saatlerinde verilen ara beyinde günün geri kalanı için yer açıyor.
Öğrenciler sınavlara çalışırken uykusuz kalıyorlar oysa uykusuzluk diğer olguları algılama yetisini neredeyse yüzde kırk oranında düşürmekte. 39 gençle gerçekleştirilen diğer bir araştırmada, 90 dakikalık bir öğle arasının, sabah yapılan zorlu testlere rağmen, akşam ki testlerin de başarılı geçmesini sağladığı görülmüş. Oysa ara vermeyen grup akşam testlerinde başarısız olmuş. Psikolog çok fazla bilgi ile dolan beyni, e-posta kutusu ile karşılaştırıyor.
Hipokampüsteki posta kutusu dolduğunda yeni bilgiler girmiyor. Hipokampüs uyku sırasında derleyip topladıktan sonra bilgiler daha fazla bellek kapasitesine sahip prefrontal kortekse aktarıldığında beynimizde yeni bilgileri alacak yer açılıyor. Walker'la çalışan ekip kısa bir süre önce de beynimizin ikinci uyku evresinde yenilendiğini kanıtlamıştı. İkinci uyku evresi derin uykudan sonra başlıyor ve rüya evresine (Rapit Eye Movement / REM) kadar devam ediyor. Bu evrenin işlevi bugüne kadar bilinmiyordu. Uyku öte yandan bebeklerde beyin gelişimini de tetiklemekte. Bebekler uyurken, çevreden alınan görüntüler işleniyor, sinir demetleri bağlanıyor, enzimler ve proteinler etkinleşiyor. Sonuçta uykusuzluk bebek beynini olumsuz etkilemekte diyor uzmanlar.

(5 MART 2010 CUMHURİYET BİLİM TEKNOLOJİ)