8 Ocak 2009 Perşembe

PENCERE \ İLHAN SELÇUK

"Ergenekon'da
ABD/NATO Parmağı..."
"10'uncu dalga" ya da "şok dalga" diye nitelenen son Ergenekoncu operasyondan sonra çoğu kişinin kafası karıştı...
Oysa her şey çok açık-seçik biçimde ortaya döküldü...
Ergenekon tertibinde Savcı Zekeriya Öz'ün küçücük bir "figür" olduğu tümüyle ortaya çıktı...
*
Çoktan beri bu köşede yazdıklarımızı doğrulamak için, bu kez zıt fikirde olup Amerika'ya delalet etmiş kesimden tanıkları da bu köşede ağırlayalım...
Bunlardan biri Amerika'ya postu sermiş, fikri ve zikri artık hiç tartışmaya yer vermeyecek kadar meydanda olan, meşhur Fethullah Gülen'in gazetesi Zaman...
Öteki, yayın hayatına yeni katılan Taraf gazetesi...
Zaman'ı vurgulamak için Fethullah adı yeterli...
Taraf 'ı tanıtmak için dört ismin altını çizmek gerekiyor...
Gazetenin başını çeken bu isimlerden ikisinin kocaları CIA ile özdeş, ikisi de polisle...
Dört köşe yazarı ki maşallah kimlikleri belli...
*
Bu dört köşe yazarlarından Yasemin Çongar'ın dünkü yazısı, bizim bu köşede nicedir yazdıklarımızın ne kadar gerçekçi olduğunu belgeliyor...
Ergenekon konusunda kafası az buz karışık olanlar bu yazıdan ötürü Çongar'a teşekkür borçludurlar...
"Proje" apaçık sergileniyor...
Yazıyı olduğu gibi Cumhuriyet okurlarına sunmak isterdim; ama, bu köşeye sığmayacak kadar uzun olduğundan okurken altını çizdiğim satırları aktarmakla yetiniyorum...
*
Çongar diyor ki:
"...Ergenekon'un TSK içinden sökülüp atılması gerektiğine inanmış ordu mensupları var.
İhsan Dağı dünkü Zaman'da (Fethullah'ın gazetesi) "Rus Yanlısı Darbeye Ergenekon" başlıklı bir makale yazdı.
...bazı satırları birlikte okuyalım:
Amacı dışına çıkan ve "Rusçu" bir kliğin kontrolüne giren Türk Gladio'su artık korunup kollanmıyor... Elli yıldır batı güvenlik sistematiğinde bulunan bir ordunun Rus yanlısı, NATO, ABD ve AB ile işbirliğine karşı Rusçu bir kliğin eline geçmesine seyirci kalınır mı?"
Demek ki Ergenekon neymiş?.
Fethullahçı yazar İhsan Dağı Fethullah'ın gazetesi Zaman'da yazısını şöyle sürdürüyor:
"Bunlardan Ergenekon soruşturmasında ABD/NATO parmağı olduğu sonucu çıkmaz."
Sahi mi, sevgili okurlar, Ergenekon'da gerçekten ABD/NATO parmağı yoksa bu açıklama neden?.
*
Yasemin Çongar yazısını şöyle sürdürüyor:
"Türk ordusunun Washinton'da, git gide 'Batı'dan kopan, bazı unsurlarıyla Rusya'nın etki alanına giren, AB sürecini baltalamaya çalışan, Kıbrıs'ta çözümü engelleyen, demokratikleşmeyi içine sindiremeyen, 1920'lerin zihniyetine tutsak, (...) giderek Türk toplumundan da kopuk' bir kurum olarak algılanmaya başladığını gözledim.
Yukarıda aktardığım gözlemin yol açabileceği kestirmeci yorumların farkındayım. Ama bu gözlemden, Ergenekon soruşturmasında ABD parmağı olduğu sonucu çıkmaz."
*
Vaktiyle Cumhuriyet'te çalışmış olan Yasemin Çongar'ı kutlarım...
Ergenekon'un Amerikan tezgâhı olduğunu ondan başka hiçbir kişi bu yetkinlikle anlatamazdı. Ama, yazıda asıl CIA kokusu bir başka yerden çıkıyor...
Çongar, Türk Silahlı Kuvvetleri'nde iki eğilim olduğunu da Fethullahçı İhsan Dağı ile birlikte ustaca dile getiriyor...
Neymiş ordudaki iki eğilim?.
Ergenekoncular...
Ve karşıtları...
*
Ne dersiniz?.
CIA Türk ordusunu ikiye bölmeye mi hazırlanıyor?.
ABD Ergenekon'u bu amaçla mı tezgâhladı?..
Ergenekon'un anlamı ve çapı şimdi üç boyutuyla ortaya çıkmaya başladı...
(15 Ocak 2009 Perşembe tarihli Cumhuriyet Gazetesi)
Devlet Kadın Düşmanlarının Elinde...
Doğalgaz artık toplumsal yaşamın olmazsa olmazına dönüşmüş bir yakıt...
Ankara’da, daha başka deyişle Türkiye’nin başkentinde bu işin başındaki kişi kim?..
Veysel Karani...
Hazretin adı güzel...
Veysel Karani Müslümanlığın ünlülerinden sayılır; Muhammet çağında yaşamış, gözleri körmüş, bir aslanla dolaşırmış...
Bizim Veysel Karani de anlaşılan ılımlı İslamcı...
Ankara’da doğalgaz faciasıyla yaşamını yitiren yedi üniversiteli genç olayına ilişkin basın toplantısında gazetecilere demiş ki:
“- İşi kısa tutun; cumaya gideceğim...”
Demek ki akıl fikri faciada, doğalgazda falan değil, cumada...
Aferin!..
*
Geçenlerde gazetelerde bir fotoğraf yayımlandı; Türk Hava Yolları Genel Müdürü hacdan dönüyor, ayaklarında şıpıdık terlikler, beş adım arkasında da karısı yürüyor..
Genel Müdür “sempatik” kişi...
Objektife gülümsüyor.
*
Ciddi hizmetlerin başına geçirilen AKP’lilerin çoğunda İslamcı kimlik ağır basıyor; kadını aşağı yaratık sayıyorlar...
İçlerinde çok iyi yetiştirilmiş olanlar var; Amerika’da üniversiteler, doktoralar, diplomalar, fakülteler, falan filan...
En çarpıcı örnek kim?..
Ali Babacan..
Dışişleri Bakanı..
Amerika’da yetiştirilmiş, öğretim görmüş, özellikle eğitilmiş, bire bir ılımlı İslamcı...
Ama, hanımı nasıl?..
Dışişleri Bakanı kadın-erkek eşitliğine karşı...
Hanımı tesettürlü...
*
Çok partili rejimde döndük, dolaştık, dinciliğe demir attık...
Demokrasi bu mu?..
Irak’ta sınırdaşımız olan toplumda Kürt kardeşler çok partili rejime kavuşunca sözüm ona parlamentarizmde ne yaptılar?..
Erkeğe çok karılı evliliği yasayla meşrulaştırdılar...
*
Kadınlara düşmanlık yalnız İslamcılıkta yok...
18’inci yüzyıl Fransa’da ‘Aydınlık Çağı’ değil mi?..
Ünlü Michelet 18’inci yüzyıl için ‘Büyük Yüzyıl’ demişti...
Voltaire bu büyük yüzyılın yıldızıydı, ünü bugün de dillere destandır...
Peki, Fransa o dönemde nasıl bir toplumdu?..
Fransa’da kadın düşmanlığının Batı’daki somut simgesi ‘Cadı Yasası’ geçerliydi...
Zavallı kadınlar bu kanuna göre cadılık suçlamasıyla yakılıyorlardı...
*
Bugün Türkiye’de kadın düşmanlığı dincilik perdesi altında tırmandırılıyor; bir yanda Atatürk devrimiyle kadınlara kazandırılmış haklar ‘fiilen’ işlemez hale getiriliyor; öte yanda iktidarı ele geçiren AKP’nin liderleri eşlerini tesettüre mahkûm ederek demokrasi yaptıklarını söyleyebiliyorlar...
Devlet kadın düşmanlarının elinde...
Ne yazık ki kadınlar bu düşmanlığı tasfiye edecek bilinç düzeyine daha ulaşamadılar...
Çağları iç içe yaşıyoruz...
*
Aydınlanmacı Voltaire yaşarken Fransa’da kadınlar yakılıyordu...
Bugün Atatürkçüler yaşarken Türkiye’de kadın düşmanlığı iktidarda geviş getiriyor...
Peki, sonuç?..
Hiç kimse merak etmesin, tarihsel başarı ‘Aydınlıktan’ yana olanların kaçınılamaz üstünlüğünü vurgulayacaktır.
5 Ocak 2009 - Cumhuriyet

Yeni Dinci Sermaye Sınıfı...
Dinciler köşeyi döndüler...
Vallahi billahi ben söylemiyorum, Amerika’nın dünyaca meşhur gazetesi New York Times yazıyor...
Bizim dincilerin, daha başka deyişle AKP patronlarının lüks, zenginlik, tüketim düşkünlükleri dışarda da dillere destan oldu...
Neymiş?..
*
Evde musluklar kristalle kaplıymış; odadaki kanepe, koltuk, vb. hareketliymiş...
Nasıl?..
Uzaktan kumandanın düğmesine basıyorsun, kanepe toz oluyor, yerine namaz seccadesi geliyormuş...
Yatak odasında yine düğmeye basıyorsun, yüzme havuzu elinin ayağının altında...
Öyle bir zenginlik ve lüks saltanatı ki demeyin gitsin...
Türbanlı lüks ve gösterişli giysilerin moda defileleri de can sağlığı...
*
Peki, anlamı ne bunun?..
Dinci-İslamcı iktidar sınıfına yamanıp da kendine göre sebeplenen Marksist dönekler için ‘sınıfsal’ bir açıklamaya gerek var...
Hırslı, gözü kara, Amerika’ya bağlı, rantçılıkla faiz ve borçlanma üzerine iş tutan dinci yeni sermaye sınıfı AKP iktidarının sebeb-i hikmetidir...
*
Dinci sermaye sınıfı olağanüstü siyasal hırsıyla iktidarı ele geçirdi...
Şimdi devleti ele geçiriyor...
Hesabı ne?..
Az buçuk direnen askeri de tasfiye etti mi laik Türkiye Cumhuriyeti’nin çanına ot tıkayacak...
*
Karl Marx’ın toprağı bol olsun...
Hazret sağ olsa 21’inci yüzyıla giren dünyadaki İslamcı sermaye üzerine kimbilir neler döktürürdü?..
Türkiye’deki yeni dinci sermaye sınıfının tüketime yönelmesi rastlantı mı?..
Yok canım...
Yolsuzluk..
Yağma..
Gösteriş..
Lüks..
Hepsi kol kola...
*
1917 yıkıldıktan sonra bütün dünyada sermaye egemenleri devletleri yönetmekte rahat bir soluk aldılar...
Türkiye’de ise işin özel bir rengi var...
Laik sermayeyi dışlayan dinci sermaye, Amerika desteğiyle devleti ele geçirdi, geçiriyor...
Laik sermayenin de yakında ruhuna Fatiha okundu okunacak...
29 Aralık 2008 - Cumhuriyet

Tahtakurusu.. Pire.. Bit..
Ahmet Haşim yalnız olağanüstü bir şair değildi, eşi az bulunur bir düzyazı ustasıydı...
Tahtakurusu üstüne bir denemesini anımsıyorum, okurken çok etkilenmiştim...
Haşim bir gece uykusundan bir kaşıntı ve ısırık acısıyla uyanır, ışığı yakar, bir tahtakurusunun kaçmakta olduğunu görür...
Kendisine Himalaya dağlarından büyük gelen insandan yorgan kıvrımları arasında kaçmaya çalışan hayvancık canını kurtarmak için çırpınmaktadır...
Şair-yazar için tahtakurusu esin perisine dönüşür...
*
Eskiden tahtakurusu hayatımızın bir parçasıydı...
Ya pire veya bit?..
İlkokulun ikinci sınıfını Sıvas’ın ilçesi Yıldızeli’nde okudum...
O yıllarda Yıldızeli yoksul mu yoksuldu...
1933-1934...
Cumhuriyetin 10’uncu yılını Yıldızeli’nde kutlamıştık...
Soyadı Kanunu biz Yıldızeli’ndeyken çıkmıştı...
Osmanlı’dan artakalan Türkiye’de yaşayan insanların soyadları bile yoktu; resmi ya da özel ilişkilerde öyle bir karmaşa sürüyordu ki demeyin gitsin...
Cumhuriyet devleti bu nedenle kanun çıkarmak zorunda kalmıştı.
Okulda her pazartesi bit muayenesi yapılırdı...
*
Yıldızeli çok soğuktu...
Okulda bile üşüdüğümüzü anımsıyorum...
Öğretmen yine de yoksul öğrencileri bir sıraya dizer, özellikle uzun beyaz donlarının uçkurlarını denetler, üzerinde bit bulunanları evlerine yollardı...
Bit muayenesi başlarken bana da seslenirdi:
- Sen şu tarafa geç bakalım!..
Beni muayene etmezdi...
Jandarma Kumandanı Yüzbaşı Kasım Bey’in oğlunda bit bulunur muydu canım...
Bu ayrıcalık beni çok tedirgin ederdi...
*
Babam kimi zaman eşkıya takibine çıkar, günlerce eve dönmezdi...
Annemin kaygılı günleriydi bunlar...
Bir gün kar-kış-kıyamette, bir eşkıyanın jandarmaların ortasında, elleri kolları bağlı, ilçeye getirilişini unutmuyorum...
Adamcağızın ayakları çarıklıydı, sapsarı sakalları bıyıkları donmuştu, halk olayı görmek için yollara dökülmüştü...
Eşkıyayı komutanlık binasına soktular, ben çocuk merakıyla her şeyi yakından izliyorum; hiç unutmam, bir jandarma yanına sokuldu...
O zamanlar jandarmaların belinde adına kütüklük denen fişeklikler vardı...
Jandarma elini kütüklüklere vurarak dedi ki:
- Bak, seni bunlarla vuracağım...
Eşkıya sessiz bakıyordu..
Sonra adamı Sıvas’a götürdüler, yargılanacakmış...
*
‘10’uncu Yıl Marşı’nı Yıldızeli’nde öğrendik, soyadımızı 11’inci yılda aldık, bit ile de iyi kötü tanışmam Yıldızeli’ndeki okulda oldu...
Bugünden geriye bakınca 1923 Cumhuriyeti’nin nasıl yoktan var edildiğini daha iyi anlıyorum; o yıllarda Yıldızeli’ndeki ilkokul, öğretmenleriyle birlikte, sanki aydınlık bir kültür merkeziydi...
Ama, gaz tenekesinde ısıtılmış suyla yıkanır, gaz lambasıyla aydınlanır, İstanbul gazetelerini dört gözle bekler, geleceğe dönük umudumuzu güncel yaşamın tüm eksiklerini dışlayarak korurduk...
*
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra çıkan ilaçlarla ne tahtakurusu derdi kaldı, ne bit, ne de pire...
Peki, bu durumda Ahmet Haşim’in tahtakurusu üzerine yazısı ne olacak?..
Tahtakurusu, bit, pire gider, yazı kalır...
15 Aralık 2008 - Cumhuriyet

Hiç yorum yok: